6 Mayıs 2007 Pazar

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi -3

Yazımın 3. ve son bölümü, 3 başlıktan oluşuyor.


  • Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tutumu

Sanırım yapacağım yorumlar içinde en çok bekleneni de buydu. Şimdi sizlere bu konudaki görüşlerimi açıklayacağım.

Bugün geldiğimiz noktada askerleri, salt bir silahlı gücün kontrolörü olarak görmek en büyük hatadır. Gerek dünya görüşü, gerek yetişmişlik ve gerekse yerinde davranma açısından askerler, günümüzün, ülkemizin gerçek aydınlarıdır. Bundan birkaç ay önce Büyükanıt “Bu ülkenin gerçek aydınları, entelektüelleri nerede?” demişti, kendini aydın diye nitelendiren bazıları Kürt bağımsızlık hareketine destek verdikten sonra.

Evet, bu ülkenin gerçek aydınları askerlerdir. Özellikle de İlker Başbuğ’un konuşmalarında sıkça yer verdiği “devrim” ruhunu da 1960’da olduğu gibi arkasına alan ve Erol Mütercimler’e “devrim orduya geri döndü” dedirten Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün sivil entelektüellerin üstüne çıkarak aydınlanmanın ve çağdaş Türkiye’nin anayasal değerlerinin en büyük savunucusu olmuşlar ve sadece korumanın da ötesinde onları ileri götürme iradelerini açıkça ortaya koymuşlardır.

Laiklik ve çağdaşlık yolunda hükümetten kaynaklanan kaygılarımı paylaşan herkese soruyorum: Çekincelerimizi, korkularımızı, endişelerimizi, düşüncelerimizi, isteklerimizi ve kararlılığımızı Türk Silahlı Kuvvetleri kadar açık, net, yerinde ortaya koyabilen; adeta hislerimize tercüman olan bir kurum, bir aydın, bir gazete, bir dernek, bir çevre, bir siyasi parti, bir akademik grup olmuş mudur? Hangi çevreler ordumuz kadar güzel bir şekilde bu rejime sahip çıkabilmiştir?

Eğer olumlu yanıt verebilirseniz, derhal gidip o oluşuma dahil olmaya hazırım!

TSK ile ilgili olarak genel düşüncelerimizi söylemek ve bunu konu özeline indirgemek gerekirse…

Ordu, bizim için diğer devletlerde olduğu gibi bir meslek değildir. Bizler aç kalabiliriz, açıkta da kalabiliriz, fakir de olabiliriz, imkansız da olabiliriz. Ama biz, evlatlarını askere davul zurna ile uğurlayan bir milletiz. Biz, şehit evladının arkasından “Vatan sağolsun!” diyebilen bir milletiz. Biz, askerliği vatana karşı bir borç olara gören, borcunu ödemediğinde vicdan azabı çeken insanların milletiyiz. İşte bu ruh ile Kurtuluş Savaşı’nı da göz önüne alarak çok sevdiğim şu sözü hep söylemez miyiz: Her Türk asker doğar!

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk ulusunun bağrından çıkan en güzel güçtür!

Doğrudan basın açıklamalarının içeriğine değinmek gerekirse, ben 12 Nisan’daki basın toplantısından başlamak istiyorum.

12 Nisan 2007 tarihinde, alışık olunmadığı bir şekilde Genelkurmay Başkanı basının karşısına çıkarak uzun bir konuşma yaptı. Belirtmeden geçemeyeceğim ki gerek hâl ve tavırları, konuşması, tutumu ve karizması ile Özkök’ün bize unutturduğu, lider, halkımıza layık, vizyon sahibi bir Genelkurmay Başkanı görmenin mutluluğunu yaşadık.

Konuya dönersek, Paşa, söz konusu toplantıda cumhurbaşkanlığına ilişkin olarak “Laikliğe sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı istediğini söyledi. Sayın Büyükanıt, gerek şahsiyeti gerekse başında bulunduğu kurum dikkate alındığında hiçbir açıklamayı durduk yere yapmaz, yapamaz. Zira söylediği her sözün üzerinde uzunca durulacağını bilir.

Kısacası: Büyükanıt, TSK’nin cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili görüşlerini, basın açıklamasından 2 hafta önce açık bir şekilde ortaya koymuş, anlayan için gayet açık bir şekilde mesajını vermiştir.

Ancak iktidar, aslında Türk halkının tamamının paylaştığı bu kaygıları görmezden gelerek ve meydan okurcasına seçim sürecinde tavrını değiştirmemiştir.

Daha sonra ise sürecin en çirkin hâle geldiği, gerildiği ve çıkmaza sürüklendiği anda, gece yarısı bir basın açıklaması geldi.

Şimdi yine sizlere soruyorum, ey bu ülkenin çağdaş insanları: Söz konusu basın açıklamasında geçen her cümlenin altına imzanızı atmaz mısınız? Hadi şimdi böyle bir müdahalenin yerinde olup olmadığını bir kenara koyup sadece içeriğe bakalım; farz edelim ki bir makale olarak yayınlandı bu metin. Hangi cümlesini çıkartabilirsiniz içinden? Hangi cümlesi içimizden geçenlerin tam karşılığı değil?

Şimdi, bu aşamada böyle bir müdahalenin yerindeliği hususuna gelirsek…

TSK, söz konusu açıklamada da belirtildiği üzere yasalardan doğan “görev”ini yapmak kararlılığını ortaya koymuştur. İç Hizmet Kanunu’na göre TSK’nin görevleri arasında devleti hem içten, hem dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korumaktır. Ve bu, bir yetki veya hak değil; açık bir görevdir. Bu görevini yapmadığı zaman görev ihmali suçlaması bile yapılabilir ordu hakkında.

Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisini yıpratmaya çalışan başta AB olmak üzere bütün dayatma odaklarına rağmen cumhuriyet rejiminin, Anayasal bir kurum olarak ve yasal görevleriyle en büyük güvencesidir. Arjantin, Lübnan gibi ülkelerin liderleri, bizimki gibi bir orduları olmadığı için şikayet ediyorlar ki Arjantin’de ne kadar sık darbe olduğu malumunuz…

Darbe konusunu açmışken, izninizle askeri darbe hakkında da birkaç söz etmek isterim. Herkesin ağzında bir laf “Darbe bizi 20 sene geriye götürür”. Peki neden? Bunu kim ölçmüş, kim hesaplamış? Neden 15 değil, 25 değil de 20 sene? Bu hesap neye göre yapılıyor ve bu yargı neye dayandırılıyor?

Tarih ilminin birinci kuralı her olayı, meydana geldiği zamanın şartlarına göre değerlendirmektir. Bu kuralı sizin vicdanınıza bırakarak ben, tarih yorumlama disiplinin en büyük metodu olan kıyası kullanacağım.

İktidarda zorba, dayatmacı ve sivil diktatör, rejimin temel Anayasal değerlerini tehdit eden sağ bir parti var. Ortam sürekli geriliyor, vicdani ve dini meseleler kaşınıyor, basın üzerinde yoğun baskı var, para kaynakları belli görüşlere yönlendiriliyor, başta ABD’ye olma üzere vatan peşkeş çekiliyor. İşte bu noktada ordunun, bilhassa genç subayların rahatsızlıkları başlıyor ve o zamanın en aydın insanları olan askerler yönetime demokrasi ve devrim aşkıyla el koyuyor.

Hayır, bugünü anlatmadım. Bu anlattığım 1960 yılında meydana gelen askeri müdahale. Ama eminim çoğunuz bugünü anlattığımı sandınız değil mi? İşte kıyas da böyle bir şey zaten.

Peki daha sonra neler oldu 1961’de… Bu devrimci ve çağdaş gençler, bugün bile birçok Avrupalı devletin yakalayamadığı, bizim ise kırk fırın ekmek yememiz AB dayatmalarına boyun eğmemiz hâlinde biraz yaklaşabileceğimiz bir Anayasa yaptı. Hem askerin hiçbir müdahalesi olmadan, tamamen akademisyenler tarafından.

O zamanın çok ötesinde, dünya standartlarının da üstünde özgürlükler, sosyal haklar, siyasal örgütlenme, çift meclisli sistem vs…

30 yıl geriye gitmekte bahsediyorlar bazıları. Bakın, ben size 1961 Anayasası döneminden, 1960’lı yıllardan bahsedeceğim, inanmayanlar dönem dizilerine, o zamana ait fotoğraflara bakabilir…

1960’lar… Beyoğlu’na kravatsız çıkılmıyor. Sendikalar aktif ve çalışanların haklarını savunuyor, grevler yapıyor. Halkın kültürel seviyesi, entelektüelliği destekleniyor. Genç kızlar, İstanbul’un neredeyse her yerinde mini etekleriyle en ufak bir tacize maruz kalmadan dolaşabiliyorlar ki zaten moda bu. Saç modelleri batı tarzı, modern. Yaşlı teyzelerde baş örtüsü var, dedelerin çoğu şapka takıyor. Türbanlı zaten hiç yok, çarşaflı ise çok ararsanız belki bulursunuz. Bugün yobaz semti olan Çarşamba semtinde Hıristiyanlar ve Müslümanlar iç içe yaşıyorlar. Keza Fener’de, Balat’ta… Herkeste bir hoşgörü var. Hıristiyanlar, dini bayramlarda Türkleri tebrik ediyor, iftarlara katılıyor; Türkler de Paskalya’yı onlarla kutluyor…

Şimdi hadi çıkın 1960’lardan, o darbe sonrası yıllardan, darbenin getirdiği yıllardan ve bugüne gelin. Bakın bakalım 40 yıl geriye gitmek nasılmış?

Kısacası: Türkiye’nin yüzü, maalesef doğuya çevirlmiştir. 1960 darbesi, nasıl ki ulu önderin meşhur fotoğrafında nurlara baktığı batıya çevirmişse yönümüzü, bugün de halkın bağrında çıkan ve aydınca düşünen, Atatürk devrimlerini korumanın da ötesinde geliştirmeye niyetli bir gücün bugün de bizi çağdaş medeniyet yönüne çevirmesi zorunludur.

Böyle bir durumda da, olumsuzlukların bütün mesulü, “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” diyen ve sivil diktatörlük ile demokrasiyi yok etmeye çalışanlar olacaklardır.

Kıyası yaptığınıza eminim. Ama ben, açıkça yazamayacağım görüşlerimi bir benzetme ile daha sizlere sunmak istiyorum:

Hepimizin vücudunda bir bağışıklık sistemi vardır. Ve hastalıklarla savaşta en güvendiğimiz koruyucumuz, kendi bağışıklık sistemimizdir. Her gün vücudumuza bir sürü mikrop girer; ama bunlar bizi hasta etmez. Çünkü bağışıklık sistemimiz bizi korur. Ama ne zamanki kendi hücrelerimiz zayıf düşer, hasta oluruz. Ve o zaman “dışarıdan” ilaç almak zorunda kalırız. Eğer hastalık ilerlemişse dışarıdan bir tıbbi müdahale gelir. Eğer kanser gibi dış etki ile değil de kendi hücrelerimizin ihanetinden kaynaklanan bir hastalıksa kanser olan bölüm, vücudun tamamını kurtarmak ve yaşatmak için alınır, atılır.

Mesajımı yeterince verdiğimi sanıyorum.



  • Genel Seçim Hakkında

Cumhurbaşkanlığı sürecinde iktidarın samimiyetine olan inancımızı tamamen sıfırlayan bir konu ise, her seferinde millet iradesi diyen iktidarın, bu mevkii kapıp kaçma hevesi olmuştur.

Başta CHP ve ANAP olmak üzere neredeyse bütün partiler “Önce seçim yapalım, o Meclis de cumhurbaşkanı seçsin” dediler. Ama hep “Halk bizim arkamızda” diyen hükümet nedense buna yanaşmadı. Ve “Ben istedim olacak” mantığında bir dayatma ile turlara başladı.

Oysa bugün geldiğimiz nokta, enin sonunda bir Genel Seçim noktasıdır.

Peki Sayın Erdoğan, bütün bu rezillikler yaşanmasaydı, ordudan, Sezer’den, birçok kurumdan, aklı başında insanlardan ve muhalefetten gelen bu çağrılara kula verilseydi ne olurdu? Bugün geldiğiniz nokta sanki çok mu farklı? Aklı selimin gereği olan bu noktaya, ülkeyi zora sokarak, gererek ve zorla getirilmeniz hoş oldu mu? Hoş olmasının ötesinde gerekli miydi?

Bugün açıklama yapmış Başbakan: “Biz halkımıza inanıyoruz, güveniyoruz, cumhurbaşkanını halk seçsin, seçimler de yapılsın ki halka soralım fikrini” temalı bir konuşma.

Peki Sayın Erdoğan, ANAP lideri aylardır “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diye bas bas bağırırken neden terslediniz? CHP “Erken seçime gidelim” derken neden sert bir dille karşı çıktınız? Sizce bu halk, bu dönüşü yer mi?

Genel seçim, bugün için kaçınılmazdır. Ve olası bir seçimden sonra AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı kesindir.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesine gelince…

İktidar için bu olumlu bir durumdur. Zira halk, yine Gül’ü seçecektir. Peki neden? Bunda medyanın ve basının ortak payı var. Medyanın payı, iktidar yalakalığı uğruna hiçbir karizmatik liderin var olmasına izin vermemiş olmasıdır. Muhalefetin payı ise iktidarın adayının karşısına adam gibi bir aday ortaya koyamamış olmasıdır.

  • Genel Değerlendirme

Bütün bu durum ve şartlar altında değerlendirildiğinde, AKP’nin iktidar gücünü taşıyamadığını ve politik bir şımarıklık ile Anayasal krizlere yol açtığı açık ve nettir.

Bir başka gerçek de sadece Anayasal krizler değil, rejim krizlerinin de bizleri beklediğidir. Büyükanıt ve Sezer’in de dediği gibi ülkemiz, daha önce olmadığı kadar büyük tehlike ve risk altındadır.

Ey Türk Gençliği, bu vatan sana emanet.

Nazım Hikmet’in dizeleriyle yazımı bitiriyorum.

Saygılar…

Çocuklar inanın, inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

Motorları maviliklere süreceğiz

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

7 yorum:

uzay dedi ki...

süleyman amcanda hep der ya bana güvenme askere güven diye..böyle yetiştik biz...gecen günde konustugumuz gibi korktugumuz olursa zihniyet olarak gerileyecegimize yirmi yıl gerilemişim cok mu ama öyle bişey olmaz zaman değişti !!

Adsız dedi ki...

Son zamanlarda gündem o kadar hızlı değişiyor ki takip etmek gittikçe zorlaşıyor. Umarım güneşli güzel günlere doğru ilerliyoruzdur.

7.oda dedi ki...

ağzına sağlık.. harika anlatmışsın!! iyi tespitlerle doğru noktalar üzerinde doğru kıysalamalar ve örnekler vermişsin.. çok beğendim çok..
sevgiyle..

Adsız dedi ki...

akp'nin tutmu rejimi değil demokrasiyi tehdit ediyor. radikal olmadıkları aşikar. ki olamazlar da... eğer anap-dyp birleşmeseydi akp tek başına iktidara gelirdi. ancak dp ile paylaşacaklarını düşünüyorum. solda birleşme olmazsa, sol yine muhalefet kalcaktır.

Adsız dedi ki...

Yeni yazı nerede ;)? geliyoruz gidiyoruz yok birşey :P ;)

Yeditepe İstanbul dedi ki...

Yarın "Eurovision" konulu bir yazı yazacağım.

---OPTiO--- dedi ki...

yarin ki yaziyi bekliyorum ben :))
bu konuda bisey yazmak istemiyorum..cunku ayni seyleri dusunmuyoruz..baska acilardan bakiyoruz...o yuzden ben bi dahaki postta yazicam olar mi :))
kendine iyi bak ..