18 Eylül 2007 Salı

Elveda - Merhaba

Ben bunu daha önce de yaptım. Hem de yakın zamanda sayılır. Yine bir blogun daha sonuna geldik.
Yaklaşık 3,5 ay boyunca, siyasetin ve gündemin son yıllarda hiç olmadığı kadar hızlı, yoğun ve stresli aktığı bir dönemde sizlere yazılarımı sundum.
22 Temmuz günü beklenen seçim oldu ve sonuçları da aşikar.
Artık siyaset veya gündem yazmanın yeni bir açılım olmaktan öte, eskiyi tekrarlamak olacağına karar verdiğim içindir ki bu blogu da noktalıyorum. Yine konseptli bir blog ile sizlerle olacağım.
http://yeditepeist.blogspot.com
Benim çok sevdiğim bir yolculuğa çıkaracağım sizleri. Bana eşlik eder misiniz?
Çok yakında...
Okuyan, yorum yazan, katılan, katılmayan, kısacası Gündemdekiler öyküsünde var olan herkese sonsuz teşekkürler. Belki bir gün yeniden gündeme döneriz. Belli olmaz...

5 Temmuz 2007 Perşembe

Gündemde Yaz Var

Değerli okuyucularım,
Beni bilenler bilir, yaz tatillerini severim. Uzun süre de piyasada görünmem. İşte yine öyle bir yaz dönemine girmek üzereyken, sizlere geçici olarak veda etmek istedim.
Evet, ülkemin içinden geçtiği çok kritik bir dönemde sizlerle beraber olduk. Bizim gördüğümüz en önemli siyasi dönemde, yazılarımı paylaştım sizlerle. Bu yazılarda düşüncelerimi, görüşlerimi, duygularımı...
Gündem yazılarımız Eylül ayında, kaldığı yerden devam edecek. Ta ki ben yeni blogumu hazırlayıncaya kadar. Uzun zamandır aklımda olan, ama cesaret edemediğim, sizlerin beğeniyle takip edeceğinizi düşündüğüm bir blogla karşınızda olmak istiyorum. Sanırım bu da 2007 Kasım ayını bulur.
Kısacası : Gündemde yaz var. Yaz gündemden düşünce Gündemdekiler devam edecek.
Son olarak:
Malum, seçim zamanındayız. Son olarak bir seçim tahmini yapıyorum. Bu ülkede 2 günde işler değişir; ama "o kadar yazdı bir seçim tahmini bile yok" demeyin diye buyrun, yazıyorum:

AKP = %35
CHP = %20
MHP = %12
GP = %10
DP = %8

24 Haziran 2007 Pazar

Söze Gerek yok

Hadi, merak ediyorum:
Geyik yapan, yabancı müzikler yayınlayan, popüler kültür yazan, çiçeklerden böceklerden bahseden, günlük tutan, şiirlerini veya denemelerini vitrine koyan vs... kısacası konusu siyaset olmayan, düz tabirle lay lay lom yapan; ama vatanını seven, acımızı paylaşan, varlığının ve bu varlığın kaynağının farkında kaç blogger "konsept" (!) derdine düşmeden bu videoyu yayınlayabilir blogunda?
Bu, siz evinizde blogunuzu rahatça yazın diye (!) kendini feda edenlerin videosudur.
Söze gerek yok...

Adres : http://www.youtube.com/watch?v=htjm0DxGF4g

Embed code, bu linkten alınabilir...

Düzenleme (26 Haziran 2007) : Çağrıma cevap veren çok sayıda blogger arkadaşıma teşekkür ederim. Bu zincir duyula duyula daha da genişlemiş gördüğüm kadarıyla. Benim haberdar olmadığım bloggerlar da yorumlarla öğrenip sitelerine ekliyorlar. Katkıda bulunan herekese teşekkür ederim.

Not : Lütfen yukarıda yazdıklarımdan kimse alınmasın, darılmasın. Herkesin bir blog tarzı var. Sonuçta blogun mantığı biraz da öyle. Aslında blog mantığına aykırı davranan benim. Hani lütfen kimse yukarıda yazdıklarımı kötüleme maksadıyla yazdığımı sanmasın. Kaldı ki yukarıda saydıklarımdan biri de benim kendi bloglarımdan "Sevda Sözleri"ne ait. "Ama" diye özellikle koyu yazdığım kısımdan sonrakileri de dikkate alınız :)
Saygılar, sevgiler...

17 Haziran 2007 Pazar

Davaya İhanet Etme Hulki

Sayın Hulki Cevizoğlu,
Geçen hafta, bağlı bulunduğunuz televizyon kanalının haber bülteninde, Ankara'dan bağımsız milletvekili adayı olduğunuzu öğrenmiş bulunuyoruz.
Sizi ve fikirlerinizi beğeniyle izleyen, kanalınızı sürekli takip eden bir izleyici, okuyucuyum. Düşüncelerinizi ve bu düşünceleri savunuş biçiminizi takdir etmekle beraber almış olduğunuz milletvekilliği adaylığı kararına şiddetle karşı çıkıyorum.
Hepimiz meydanlara döküldük, solda ve sağda birleşmeyi sağlamaya çalıştık. Neden? Çünkü temel anayasal değerleri tehdit eden, vatanı göz göre göre satan, pazarlayan bir zihniyet karşısında artık kişisel ve partisel heveslerin, hırsların, çıkar hesaplarının sona ermesi gerektiğine inandık. Sizin kanalınızın başındaki isim Tuncay Özkan da bu sürecin baş mimarlarından biri oldu. Şahsınız da dahil malum çevreler bu eylemlerimize gösteri boyutunda destek verdi.
Ancak bugün geldiğiniz nokta gösteriyor ki siz de bir insaoğlu olarak kişisel hırslarınıza, heveslerinize yenik düştünüz. Bir milletvekili koltuğu için davamıza ihanet etmektesiniz. Bizler, bu vatana ihanet eden zihniyeti zaten karşımıza almış durumdayız. Fakat bizden olup da davaya zarar verenleri hiçbir vicdan affetmeyecektir.
Ankara'dan seçilemeyeceğinizi umuyorum. Muhtemelen de öyle olacaktır. Ancak sizin oy çalacağınız 2 parti var. CHP ve MHP. Bu partilerden çalacağınız oylar CHP'ye 2 veya 3 , MHP'ye 1 veya 2 milletvekili kaybetirirse bunun hesabını kime ve nasıl vereceksiniz? Seçilseniz dahi AKP'ye hediye ettiğiniz 4-5 milletvekili hiç mi vicdanınızı rahatsız etmeyecek?
Kanaltürk'teki söylemleriniz, konferanslardaki hükümet karşıtlığınız yalan mıydı? Yoksa bir tercih yapma noktasında hep dilinize doladığınız üzere içinde bulunduğumuz olağan üstü şartlarda biz Atatürkçilere destek olmak yerine bir milletvekili koltuğunu terch etmek daha mı mantıklı geldi?
Lütfen kararınızı yeniden gözden geçiriniz. Aksi takdirde bu vatana kötülük etmiş olacaksınız ve artık söylediğiniz her şeyin içi boşalacak...
Saygılarımla.

Not : Bir sürü kanala garip seçim yasakları yüzünden ceza veren RTÜK, nasıl oluyor da sizin programınızı yayında tutabiliyor? Bu aleni bir fırsat eşitsizliği değil midir? Hangi milletvekili adayı haftada 3-5 saat çıkıp program yapabiliyor?

10 Haziran 2007 Pazar

Sınır Ötesi Operasyon

Uzun zamandır ülkenin gündeminde olan bir konu. Emir Bey’in ricasını da dikkate alarak, bu konuya değinmeye karar verdim.

Bundan birkaç sene önceye dönersek, Saddam zamanına, Türkiye için sınır ötesi operasyonların zemini çok farklı idi. Eskiden, 36. paraleli çizmiş, Kuzey Irak’ı Irak’ın toprak bütünlüğünden soyutlamış bir Türkiye vardı. O günün şartlarında meşru müdafaa hakkını kullanmış olmamak ve merkezi Irak hükümeti ile karşı karşıya gelmemek adına başarılı bir taktik olduğu söylenebilir.

Zira Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarına “meşru müdafaa” demesi, teröristlerin hukuki kimliğinin tanınması anlamına gelecekti.

Bunun da ötesinde Saddam’ın şerrinden kaçan Iraklı Kürtlere değinelim. Sınırlarımıza binlerce Kürt yığıldı. Hepsi dağları, tepeleri çıplak ayakla aşıp geldiler. Her geçtikleri yerde ölüler bıraktılar. Kimilerini gömdüler, kimilerini gömmeye vakit bulamadılar kaçmaktan. Ve bütün engelleri aşıp sınırımıza dayandıklarında, yerleştikleri yeri ölü kokusu kaplamıştı…

Biz ne yaptık? Bun insanlara sınırlarımızı açtık. Türk’ün koruyuculuğunu, misafirperverliğini, muhtaca merhametini gösterdik. Şimdi bize kafa tutan; fakat o zaman Türk pasaportu ile yurt dışı gezilerine gidebilen kabile liderleri, Özal’a “babamızsın” diyerek elini öptüler.

Gelelim bugüne…

Daha dün, çok acı bir haber geldi: bir yarbay, bir binbaşı ve bir er şehit edildi. Sanırım Yarbay seviyesindeki ilk kaybımız bu. Silah yine aynı: mayın!

Her gün şehit haberleri geliyor yurdumun dört bir yanından. Haber bültenlerinde ağlayan anaları görüyoruz. 1,5 yaşında babasız kalan çocukları, karnındaki bebeğiyle dul kalan bacıları görüyoruz…

Siyaset duygusallık kaldırmaz, evet, bunu söyleyen benim. Ama içinde bulunduğumuz şartlar altında artık şunu çekinmeden söyleyebiliyorum: Duygusal asker istiyorum, duygusal siyasetçi istiyorum!

Şehit annesinin serzenişine “Ben bunları mı dinleyeceğim?” diyen, bir başka şehit ailesinin haykırışına “Askerlik yan gelip yatma yeri değil” diyen bir başbakandan umudumu kestim! Artık sadece duygusal Genelkurmay istiyorum. Ve bunu, zaman zaman görebiliyorum.

Şimdi olayın biraz daha teorik boyutuna gelelim…

Bu tür olayları 14 Eylül öncesi ve 14 Eylül sonrası olarak iki dönemde incelemek faydalı olacaktır. 14 Eylül 2001’de ne olmuştu? 11 Eylül saldırılarının ardından George Bush, literatüre “Bush Doktrini” olara geçecek yeni ABD strateji ilkelerini açıklamıştı.

14 Eylül’den önce, bilhassa BM’in dayattığı bir takım oto kontrol mekanizmaları ile başka ülkelere yapılacak müdahaleler zorlaştırılmıştı. Zira barışı korumak görevi altında BM, her türlü silahlı eyleme karşı idi. Öyle ki meşru müdafaanın da şartları ağırlaştırılarak, meşru müdafaa zorlaşmıştı. Bu durumda ülkelerin, sınırlarının ötesindeki terörist hareketlere o ülke sınırları içinde doğrudan müdahalesi mümkün değildi, daha doğrusu çok zor şartlara bağlanmıştı.

Ancak Bush doktrini ile ortaya çıkan “önleyici karşı saldırı” kavramı, terörle mücadelede “olası tehlikeli saldırı” denen kavrama karşı savunma hakkı tanıdı. Teröre karşı “orantılı karşı yaptırım”ın yerini doğrudan “önleyici saldırı” aldı. Daha da önemlisi, meşru müdafaanın yalnızca devletlere yada belli hukuki varlıklara karşı değil, terörist gruplara karşı da yapılabileceği kabul edildi.

Bu durumda çok basit ama çok doğru bir ifadeyi aynen yazma gereği duyuyorum: ABD, okyanusun ötesinden gelip Taliban’ı vuruyor; ben burnumun dibindeki Irak’ı neden vuramıyorum?

İşte tam burada dünya konjonktürü, süper güç, lobi vb. durumlar ortaya çıkıyor.

Öncelikle şunu belirleyelim: Sınırı geçip ne yapacağız? Kiminle savaşacağız? Sınırı geçtiğimizde büyük ihtimalle çoğunluğu dağlardan kaçarak peşmergeye karışmış terörsitleri arayacağız dağlarda. Ya bulamayacağız, ya az sayıda bulacağız. Bütün bunlar olurken de döşenmiş mayınlardan dolayı şehitler vereceğiz.

Ama asıl önemli olan ondan sonrası. Irak sınırından sonraki dağlığın arkasındaki düzlükte bir tampon bölge oluşturup buraya konuşlanmadığımız sürece yapacak hiçbir şey yok. Kısacası: Türk askeri sınırın birkaç kilometre içinde ikinci bir sınır oluşturarak aradaki bölgeyi zararsız tampon bölge yapacak.

Plan buraya kadar güzel. Peki ya sorun nerede?

Sorun şu ihtimallerde:

1- ABD askeri henüz bölgeden çekilmedi. Yakında çekilecek ama henüz değil. Bu durumda ABD askeri ile çarpışma ihtimali var.

2- “Ben PKK ile savaşmam” diyen Barzani ve Talabani ile çarpışma ihtimali var.

3- Bütün bu gelişmelerin sonunda yurt içindeki terörün yükselme ihtimali var.

4- En kötü senaryo: Türk kimliği taşıyan Kürt kökenli vatandaşların, sınırlar dahilinde Türk askeriyle aleni çatışması ihtimali var.

5- Yukarıda anlattığım durum, açıkça “bölgesel işgal”dir. Irak ve ABD topraklarının işgalidir. Bunu uluslar arası camiaya anlatmak ve birçok ülkeyi karşımıza almanın vereceği sonuçlara katlanmak lazım.

Kısacası: sınır ötesi operasyon, birçok açıdan kırılma noktası olabilir.

ABD, aslında Türklerin Kuzey Irak’a girmesi konusuna olumlu bakabilir. Zira kendisinin bölgeden çekilmesi durumunda oradaki otorite boşluğunu yine bir çatışma ile kaos yaratarak ve sonuçta bölgeyi kendi kontrolündeki Türklere bırakarak gitmek isteyebilir. Ancak biz Türkler, girdiğimiz yerden kolay kolay çıkmayan bir milletiz…

Gelelim Büyükanıt ve hükümet arasında, bu konuda oluşan pozisyona…

Başta boşu boşuna demedim “Duygusal Genelkurmay istiyorum” diye. Ve görüyorum da bunu. Fakat hükümet, abisi ABD’den izin alamamış olacak ki, hâlâ “Bunlar öyle hemen olacak işler değil” söylemleriyle oyalamakta milleti. Kaç yıldır aynı hikaye. Askerlerimizin kafasına çuval geçirildiğinde de “O müzik notası değil” demişlerdi.

Ama daha önceki yazımda da açıkladım “Artık Türkiye’de milletin bağrından çıkan bir güç daha var” ve o güç, sınır ötesine geçmek için hazır bekliyor. Ama hükümet “Yapma, dur gözünü seveyim” diye adeta görmezden geliyor.

Benim fikrimi sorarsanız: Yukarıda saydığım hiçbir durum, bir tek şehidimizin anasının tek bir gözyaşından değerli değildir! Bir Türk dünyaya bedeldir, sözünü saçma sapan milliyetçilik yobazlığıyla anlayanları, şimdi bu şartlar altında bu sözü doğru değerlendirmeye çağırıyorum.

Dünyanın en disiplinli ordusuna sahibiz. Türk ordusu bölgenin en güçlü, en iyi ordusu. Askeri başarıyı, günümüzün gerçek ve modern aydınları olan başarılı komutanlarımızla kısa sürede alacağımıza inanıyorum.

Artık bu kan dursun. Biraz kendimize güvenelim.

10 yılda 15 milyon genç yaratan ruh, gerekirse bugün de çıkar; 1 günde 70 milyon genç yaratır.

İlgili TSK Açıklaması

3 Haziran 2007 Pazar

Barzani ft. Tayyip vs. Büyükanıt

.

2 Haziran 2007 günü bir haber düştü sitelere: Kuzey Irak'ta Türk Askerine Silah Çekildi.
Zaten sınır ihlali dolayısıyla gergin olan ortamda bu haber birçoğumuzda soğuk duş etkisi yarattı. Yeni bir çuval vakası olduğunu sandık. Haberi önce netten takip ettiğimiz için medyada infihal yaratıp yaratmadığını yada boyutunu da idrak edemedik tabi...
Olay şöyle olmuş habere göre:
Genelkurmay Başkanlığı, bugün öğle saatlerinde Irak'ın kuzeyindeki Süleymaniye kentinde normal görevi kapsamında intikal halinde bulunan sivil kıyafetli Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) unsurlarına, araçlarıyla kontrol noktasından geçerken mahalli güçlere mensup kişiler tarafından durdurularak sözlü tacizde bulunulduğunu ve silah doğrultulduğunu açıkladı.
Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği'nden yapılan yazılı açıklamada, TSK unsurlarının kendilerini tanıtarak 'bu etik dışı davranışa' gerekli tepkiyi vermesi üzerine, 'yanlış anlaşılmadan kaynaklandığı değerlendirilen taciz ve silah doğrultma olayının' sona erdirildiği belirtilerek, olaydan sonra TSK unsurlarının 'vukuatsız olarak' üslerine döndükleri kaydedildi.

Kısacası Kürtler bizim aslanlara gider yapmak istemiş; ama giderin Allahını bizimkilerden görünce geri yapmışlar. Evet, ilk defa blogumda böyle bir üslup kullandım ama sanırım tam karşıladı...
Türk Silahlı Kuvvetleri'nden yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:
İçerde ve dışarda herkes şunu iyice bilmeli ve anlamalıdır ki; bu bölgede görev yapan unsurlarımız yüce Türk Milletinin ve kahraman Türk Ordusunun mümtaz evlatlarıdır. Onlara yapılacak en ufak bir etik dışı davranış veya eylem, tümüyle Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yapılmış sayılacak ve gereken en üst düzeyde karşılık görecektir.
Şimdi buraya kadar olan kısmı değerlendirirsek...
Yıllar önce kafamıza çuval geçirildiğinde, hükümetle şiir gibi anlaştığını söyleyen Hilmi Özkök Genelkurmay Başkanı idi. Olay, tamamen siyasi boyutta ele alındı, siyasi kanat (hükümet) inisiyatifini ABD'ye ters düşmemek adına ezilmekten yana kullandı. Birliğini savunmak ve onuruyla çarpışarak gerekirse ölmek üzere hazır bulunan Türk birlikleri teslim oldular.
Evet, o günlerde hiçbir sert çıkış yapılmadı. ABD'ye nota verilmesi sorulunca Başbakan "O müzik notası değil öyle kolay kolay verilmez" dedi. (Not: Bu en son sınır ihlalinde hemen nota geldi; demek ki veriliyormuş.)
Peki bugün bu olayda ne oldu? Hükümetle şiir gibi anlaşmayan, Tayyip Bey'in kendisine "hocam" diye hitap etmediği Genelkurmay Başkanımız kanadından bir açıklama geldi. Bir kısmını yukarıda yayınlamıştım. Ama esas önemli olan kısmı, tepki konulan şu kısım:
İçerde ve dışarda herkes şunu iyice bilmeli ve anlamalıdır ki; bu bölgede görev yapan unsurlarımız yüce Türk Milletinin ve kahraman Türk Ordusunun mümtaz evlatlarıdır. Onlara yapılacak en ufak bir etik dışı davranış veya eylem, tümüyle Türkiye Cumhuriyetine ve Türk Silahlı Kuvvetlerine yapılmış sayılacak ve gereken en üst düzeyde karşılık görecektir.
İşte tam da beklediğimiz açıklama. Yine Büyükanıt ve yine o muhteşem duruş...
Peki sayın Başbakanımızdan bu konuda açıklama geldi mi? Hayır!
Son olarak: Bu açıklamanın iç siyasete dönük bir anlamı daha var. Artık ordu, kendisini ilgilendiren konularda bizzat ve doğrudan taraf olmaktadır. Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen konularda da bu böyledir. Kısacası ordu, "Artık yönetimde ben de varım" demektedir.
Sayın Büyükanıt'ın Nisan ayındaki konuşmasının satır aralarında, bu durum açıkça görülebilir. E-muhtıra olarak adlandırılan süreç de bunun bir parçasıdır.
Büyükanıt vs Erdoğan kısmından sonra, olaya hemen akabinde müdahil olan Barzani Bey'e geçerek yazımı noktalayayım.
Daha Türkiye'de yediği lokmalar boğazında duran Barzani, konuyla ilgili şu açıklamaları yapmış:
Kuzey Irak'taki Kürt liderlerden Mesut Barzani, bölgede temaslarda bulunan Irak Başbakanı Nuri Maliki'yi Bağdat'a yolcu ederken Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın değerlendirmeleri hatırlatılınca, “Kim ne derse desin, artık tehdit zamanı değil. Biz sorunların diyalogla çözülmesinden yanayız. Sorunların askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini gördüler ve biliyorlar.
Uzun zamandır bize ters tavırlar takınan Barzani, geri adım atmakla halkına mahçup olmak arasındaki ince çizgide laflar ediyor. Hadi Barzani, desene bakalım "Büyükanıt benim muhatabım değildir" diye. Olur mu?
O da olan biten her şeyin farkında. Artık Türkiye'de bir güç daha var. Ve bu güç, mevcut siyasi odaklar gibi birilerine yaranmak adına milli değerlerimizi zedeleyen, yahut zedelenmesine izin veren bir güç değil. Çünkü bu güç, bizzat milletin bağrından çıkanların gücü...

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Kürtler Vadisi - Terör

Bir önceki yazımda şehit haberlerine değinmiş, adeta ağıt yakmıştım. Daha yazımın mürekkebi kurumadan terör gündemi hareketlendi yine güzel ülkemde.
Öncelikle "Terörle Mücadele Koordinatörü" denen olaydan başlayalım isterseniz.
Geçen sene artan şehitlerimizle kamuoyunun verdiği tepki karşısında tribünlere teröre karşı bir şey yaptığı imajını vermek isteyen hükümet, ABD'den "Otur bakayım yerine" yanıtını alınca, Sayın Başbakan, abisi Bush'a "Ama bak burda işler karıştı" demiş, akabinde de "PKK koordinatörlüğü" diye bir birim oluşturulmuştu. Daha sonra PKK kelimesi resmi tanımda tabi ki yer almadı ve terörle mücadele koordinatörlüğü doğmuş oldu.
Bu göreve, konuda uzman kişilerden biri olan ve diplomatik duruşuyla da takidr toplayan Edip Başer getirildi.
Bilmeyenler için söyleyeyim: Orduda subaylar ikiye ayrılır. Salon subayları, cephe subayları. Başer Paşa hakkında çok net bilgilerim olmasa da, salon subayına daha yakın durduğu bana söyleniyor. Bunu niçin söyledim. Ben olsam, kendisini çok beğenmeme rağmen, onu değil; cephe subaylarından birini atardım bu göreve. Zira diplomatik işler için devletin bir ton kurumu var zaten. Ne dışişleri, ne milli savunma, ne diğer diplomatik kurumlar, ABD çıkarı sebebiyle çalışamıyorlar. Ben olsam kimi atardım peki? Osman Pamukoğlu... Gerçi ben baştan böyle saçma bir oyuna girmezdim ya...
Her neyse, sonuçta AKP ve ABD'nin kamuoyunu oyalama taktiği bir süre daha uzamış oldu. Her türlü eleştiriye artık "Bakın terörle mücadele koordinatörümüz çalışıyor" yada "bu konuda falanca toplantılar yapılıyor" deme şansı doğdu hükümet için. Ama bu dönemde ne değişti? Hiçbir şey.
İşte bir süre sonra Başer Paşa'nın duyduğu rahatsızlığın sebebi budur. Bir devlet görevlisi için en kötü durum, kendi üstündekilerin dış güçler tarafından ezilmesi ve bu yüzden kendi yapmak istediğinin ve yapması gerekenin engellenmesidir. Görevli, buna boyun eğmek zorundadır; ama moral olarak çöker.
Kan Uykusu belgeselinde, dağa çıkmış operasyona ramak kala Demirel'den gelen telefonla geri dönen askerler; Irak'ta birliği savunması gerekirken gelen bir telefonla teslim olan ve başlarına çuval geçirilen vatan evlatları; yapmak istediklerine "Aman dur" diye karşı çıkılan Edip Paşa...
Kısacası: Sayın Başer bu oyunun bir çarkı olmaya devam edememiştir. Haziran ayında istifa edeceğini açıklamış, sitem etmiştir.
Peki hükümet ne yapmıştır? Paşa'yı adeta ezmiştir, yada aklınca ezmek istemiştir. Zaten 15 gün sonra istifa edeceğini söyleyen birine "Hayır, sen istifa etmiyorsun, ben seni kovuyorum" demek, belki 4-5 çalışanlı ufak bir şikette kişisel patron kaprisi gibi görülebilir. Ama koskoca bir paşayı, devletin en önemli görevlerinin birinden bu şekilde alırsanız, kusura bakmayın ama saygıdan, devlet adamlığından ve hatta insanlıktan nasibinizi almamışsınız demektir.
Tam bu gelişmeler olurken, dün bir haber geldi: Ankara'da patlama! Ölüler, yaralılar, kolu kopanlar, maddi zararlar vs...
Önce C-4 tipi bomba dendi, El Kaide'ye yöneldi gözler. Sonra anlaşıldı ki bölücü terör örgütünün işi bu.
Bu hain saldırıda ölenlere rahmet, yaralılara acil şifa diliyorum.
Konuyla ilgili sizi biraz geçmişe götürmek istiyorum. Nisan ayında Orgeneral Yaşar Büyükanıt bir basın toplantısı düzenlemişti. Herkes bu toplantıdaki "özde laik" vurgusuna takıldı. Şüphesiz ki bu da önemliydi. Ama daha önemlisi: Büyükanıt Paşa o toplantıda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin terör doktrinini ortaya koydu. "Terörün arkası" dedi, "Terör örgütünün faaliyetlerini artıracağına dair istihbarat var" dedi... Ama kimse dikkate almadı yada bir şekilde aldırılmadı...
İdare Hukuku'nun en basit kurallarına göre bu olayda idare sorumludur. Yani hükümet ölenlere ve yaralananlara tazminat ödemek zorundadır. Tazminat elbet ödenir; ya toplum vicdanında oluşan yaranın bedeli nasıl ödenecek?
Sorularımı hükümete soruyorum bizzat. Bir önceki yazımda Burdur Garnizon Komutanı'nın konuşmasını okudunuz. Bu siyasetçiler değil mi Kürtçülük hareketini alttan alttan şımartan, destekleyen...
Özal hükümeti bile, PKK terörünü bu kadar desteklememişti.
"Benim DTP'den daha fazla Kürt seçmeni var" diyordu recep Tayyip Erdoğan. Buyrun efendim, eserinizle övünün...

20 Mayıs 2007 Pazar

Emanetiniz Şerefimizdir

.

15 Mayıs 2007 günü yüreğimize yine ateş düştü. Güneydoğu'da, terörist örgüte düzenlenen operasyonlarda, insanlığın en hain icadı olan "mayın" tarafından 2 teğmenimiz şehit oldu.
Bir teğmen kolay yetişmiyor. Bunu da geçelim hadi, hepimiz biraz daha insan olup düşünelim: Bu gencecik fidanlar kimin oğlu, kimin eşi, kimin babası? Kimlerin bağrı yandı, kimler babasız kaldı, kimler dul?
Bu gencecik kahramanlar hepimizin evlatları, abileri, kardeşleri... Bu evlatlar sizin için canlarını veriyorlar. Bir oğul gibi, bir abi gibi, bir eş gibi...
Vatan size minnetdardır!
Ben de bu konu üzerine uzunca yorum yapmak isterdim. Ama hiç gerek yok; çünkü bu teğmenlerden birinin cenaze töreninde Burdur Garnizon Komutanı Albay Aydın Bacık, gereken her şeyi söyledi. Ne eksik, ne fazla. Bundan ders alması gereken, doğrudan paşanın adeta parmağıyla gösterdiği siyasiler, sözde aydınlar, Kürtçülük oyununun aktörleri ders alırlar mı bilmem. Ama daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi: Bu ülkede askerler kadar milletin vicdanına tercüman olan kimse yok. Askerler, günümüzün gerçek aydınlarıdır.
Şimdi önce birkaç fotoğraf, sonra da Albay Bacık'ın konuşması ile sonlandırıyorum yazımı. Her satırını gönderdiği adreslerle birlikte okumanızı tavsiye ederim.



Teğmen Halil'e mayın pususu kuracak cesareti önünde, yanında ardında, kim ve hangi güç olursa olsun bulamamalıydılar. Halil'im diye çağrışan annesini, ninesini, babasını görmemeliydim. Halil'imin can verdiği saatte değil Diyarbakır'ı güneşi karartmalıydık. Fakat fark ettirmeliydik de Halil'imin de yaşama hakkı olduğunu, şeyhinin talimatıyla sözde hukuk adına iş yapanlara, yolları Diyarbakır'dan geçirenlere, realiteleri tanıyanlara katillere ovalarda siyaset yaptıranlara. Gelin görün bir Türk oğlu, Türk çocuğunun ocağının nasıl yandığını. 'Vatan sağ olsun' demedi diye garip şehit anasını alkışlayanlar, bakın duyun ve iyi anlayın söylediklerimi. Bak köyümdeki Kıpçak anam ölürsem bu yolda vatan sağ olsun diyeceksin. Tanrım Anam bunu demezse, Anam onu değil cennetine ahiretine bile sokma. Takiyeyi hüner sayanlar, hepimiz Türk'üz, Hepimiz Halil'iz diyemeyenler. Size inat Halil'in babası anası 'vatan sağ olsun' dedi, Duydunuz mu?


19 Mayıs 2007 Cumartesi

Senin Işığında Geleceğe Yürüyoruz

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun.


Şubat 1933'te Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar irticacı camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunurlar. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Atatürk Bursa'ya gider. Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırasında bir kişi Atatürk�e ayaklanmayla ilgili olarak şöyle diyecek olur: "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü..." Atatürk hemen konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve aşağıdaki konuşmayı yapar:

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek"

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Mustafa Kemal Atatürk


Yarın akşam yeni yazı yayınlayacağım ama bu çarşamba-pazar gidişini bozmaya değecek bir gündem bence...

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Aynı Şehirde Nefes Almak

Efendim, gündemde hep siyaset olacak değil ya. Artık karar verdim, büyük kanalların reyting taktiklerini aynen ben de uygulayacağım. Magazin de alacağım gündemime, özel ilgi alanlarımı da… Hatta ileride evlenirsem gündüz blogunda annemle eşim arasındaki kavgalara yer vereceğim. Sonra da çıkıp “bloggerlar bunu istiyor” diyeceğim…

Şaka bir yana, bugünlerde benim gündemimde müzik var. Yeni edindiğim zengin Türk Sanat Müziği arşivimi ve Zeki Müren’in ilahi yorumunu pas geçerek “gündemde” olan albüme gelmek istiyorum: Seninle Aynı Şehirde Nefes Almak Bana Yetiyor.

Albümün isminden dolayı bir Hakan Altun çalışması sanmayınız. Bu bariz bir Kutsi albümü. Ama içinde eski şarkılar (o yabancı kelimeyi söylemek istemiyorum) çokça var. Özellikle benim gibi zaman zaman arabeskin dibine duranlar için “Duvardaki Resim” adeta bir saklı hazine. Yıllar önce Cengiz Kurtoğlu ile sevdiğimiz bu şarkıyı bu sefer Kutsi ve Cengiz düeti şeklinde dinleme şansınız var.

Albümün en büyük özelliği elektronik müzikten uzak durması ve tamamen canlı kayıtlardan oluşması. Zaten hemen fark ediyorsunuz sesin doğallığını.

Bir sitedeki tanıtıcı yazıyı aşağıya aynen kopyalıyorum:

Romantik müziğin prensi Kutsi, merakla beklenen 3. albümünü müzik marketlere sundu. "Aynı Şehirde Nefes Almak Bile Bana Yetiyor" adını taşıyan bu yapıt, tamamen canlı enstrüman kayıtlarından oluşuyor.. Sezen Aksu, Ajda Pekkan , Nilüfer gibi starların özlenen nostaljik albümlerindeki lezzetin canlı kayıtlarla yakalandığı bu yapıt, makineleşmiş mekanik müziğe savaş açıyor...

Bilgisayarlı alt yapılardan uzak hazırlanan bu albüm, müzikseverlerin özlediği kaliteli müzik anlayışını geri getiriyor.. 16 şarkıdan oluşan albümde KUTSİ imzalı 10 şarkı bulunuyor.. Osman İşmen aranjelerinden oluşan albümün klip şarkısı ise "Hediyem Olsun" adlı Aliço imzalı şarkı... Albümün büyük sürprizi ise yıllar önce Cengiz Kurtoğlu'nun sesinden büyük beğeni kazanan "Duvardaki Resim" adlı şarkının Kutsi ve Cengiz Kurtoğlu tarafından düet yapılarak seslendirilmesi...

Koyu yazılı olan şarkıları bilhassa tavsiye ederim :

01.Hediyem Olsun
02.Olay Olacak Aşkımız
03.Aynı Şehirde Nefes Almak Bile Bana Yetiyor
04.Bugün
05.Dua Et
06.Şerefine Sevenlerin
07.İlan-ı Aşk
08.Yeni Saçlarda Aklar
09.Posta Kutusuna Bakı Ver
10.Sevdigim İstanbula Gelin Oluyor
11.Dertlerimi Zincir Yaptım
12.Son Perde
13.Duvardaki Resim
14.Büyüme Bebek
15.Günaha Girme
16.Nokta Koyulacak


13 Mayıs 2007 Pazar

İzmir Shakes It Up

Geçen haftalarda malumunuz olduğu üzere çok çabuk değişen, dinamik ve karışık bir gündeme sahiptik. Ama sanırım hiçbir gün, bugüne yığıldığı kadar yoğun bir gündem yığılmadı.
* Fenerbahçe'nin şampiyonluğu
* Kenan Doğulu ile gelen Eurovision derecemiz
* İzmir Cumhuriyet Mitingi

Bu konuların her biri hakkında uzun uzun birer yazı çıkabilecek olmasına rağmen, sizi sıkmamak adına (ki önceki yazı dizimde bunu fazlasıyla yaptım) kısa kısa değineceğim. Yorumlarda sohbetini yaparız... Sondan başa doğru gideceğim.


İzmir Cumhuriyet Mitingi, bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin gördüğü en büyük mitingler arasında yerini aldı. Başbakanımızın deyimiyle "gavur İzmir"liler cumhuriyet aşkıyla meydanları doldurdular. 180.000 m2'lik bir alanda ortalama metrekareye 4 kişi düştüğünü düşünürsek, en azından 720.000 kişi vardı ki evlerinin balkonlarındaki ve teknelerdeki insanları saymadık. Bakın, isteyince nasıl da hesaplanıyormuş...
Tayyip baksana kaç kişiyiz saysana!
Uyuyan bir devin uyandığını gördüm bugün. Evinden çıkmayan, masa başında yazıp çizen, meyhanede vatan kurtaran insanların meydanlara çoluk çocuk döküldüğünü gördüm.
Ve en güzeli de, Çağlayan'daki gibi, o kalabalığın ışıltısını gördüm. Tiplere, yüzlere, giysilere bir bakın ne olur! Medeniyetten bir nur sanki. Modern giyimli gencecik, bakımlı, çağdaş kızlarımız; aydınlık yüzleriyle her hâlinden kültürü belli erkeklerimiz; analarımız, babalarımız, dedelerimiz, çiftçimiz, köylümüz, işçimiz...
Kısacası vatandaş ve halk ayrımını yıkan her kesimden insan "bana ne" demekten vazgeçtiler. AKP'yi kutluyorum. Yaptıkları demokrasi katliamı teşebbüsü ile bir halkı uyandırdılar. Belki de sırf bunun için o kadar saçmalamışlardır. Belki de vatana hizmet içindir bütün rezillikler. Çok mu iyi niyetli oldum?
(Soruyorum: Vatanını çok sevdiğini iddia edenlerin veya özgürlük kisvesi altında dini kuralları devlet hayatına sokmak isteyenlerin mitinglerinde bu kadar Türk bayrağı var mıydı? Yoksa üç hilalli, kurt işaretli veya yeşil Arapça yazılı bayraklar mı vardı?)

İzmir Shakes It Up... İzmir salladı, Kenan da Avrupa'yı salladı.
İtiraf edeyim ki 10 sene sonra ilk kez bir Eurovision canlı yayınını kaçırdım. Umarım tekrar yayını vardır. Oylamalara yetişebildim ve haber bültenlerinden takip edebildim.
Birçok kişi hemen yorumlarını yazmış çeşitli sitelere "tamamen siyaset" diye. Evet, Eurovision'da siyaset veya duygusallıkla verilen oylar çoktur. Ama birinciyi bunlar belirlemez. Çünkü herkes 2 taraflı oy verse bile 8 tarafsız oy vermek durumundadır. Ve farkları da bu puanlar yaratır.
Bu yüzden birçok ülke için "Rusya'ya kesin tam puan verirler" dememize rağmen Rusya yıllardır kazanamaz. Yada tam puan almış ülkeler arasında ilk 10'a giremeyenler çıkar... Kısacası: iş kirli olsa da, sonuç temizdir.
Kenan Doğulu ilk 5'e girer tahminim, 4. olunca tuttu. Ancak sonradan baktığım kadarıyla salonu Kenan kadar coşturan olmamış ve Şekerimiz, profesyonelliğini her anlamda ortaya koymuş. Yalnız kareografi biraz daha kalabalık ve görkemli olabilirdi, bunu da not düşelim.
Yarışmayı, favoriler arasında gösterilen Sırbistan kazandı. "İlk kez katılan Sırbistan" diyor bazı haberlerde, hemen bir bilgi vereyim: Daha önce de katıldılar; ama "Sırbistan Karadağ" olarak. Ayrıldıktan sonra ilk katılımları.
Türkiye'de yapılan ve benim de Abdi İpekçi'de izlediğim yarışmada çok güzel bir şarkıları vardı (Lane Moje) ve 3. olmuşlardı. Bence o seneki şarkıları daha güzeldi; ama şans meselesi...
Özetle : Kenancım, teşekkürler Şekerim!

Ve bugünün en taze gündemi: Fenerbahçe'nin 2006-07 sezonu şampiyonluğu...
Öncelikle bütün Fenerbahçeli arkadaşlarımı tebrik ederim.
Şimdi hemen "hak etmeden şampiyon oldular" muhabbetine başlamayacağım. Zira Beşiktaş da hiç hak etmeyen bir futbol oynadı, bu konuda Fenerbahçe'den geri kalmadı. Ama şimdi sormak istediğim birkaç soru var:
Ey Fenerbahçeliler, o kadar eleştirdiğiniz Federasyon ve hakemler ligde yok muydu? Siz lig maçlarını başka hakem ve federasyonla mı oynadınız? Eğer aynıları ile oynadıysanız ve doğru dürüst futbol ortaya koyduğunuz maç sayısı bir elin parmaklarını geçmeden şampiyon olduysanız, itirazınız neye? Hadi onu da geçtim, Avrupa maçlarınızı da Selçuk Dereli mi yönetti de sizden daha kalitesiz takımlara elendiniz?
Tam Erman Hoca oldum ama: Demek ki olunca oluyormuş...
Şimdi Zico'nun durumu ne olacak çok merak ediyorum. Eğer şampiyonluk gelmeseydi yönetimin işi çok kolay olacaktı. Oysa şimdi...
Şimdi başarısızlığı Federasyona ve hakemlere yükleme şansı kalmadı artık; zira bir başarı geldi kağıt üstünde. Aslında zor günler bekliyor Fenerbahçe'yi. Zico gidecek mi? Gidecekse neden? Federasyondan özür dilenecek mi? Dilenmeyecekse neden?
Ayrıca Beşiktaş'ımı da tebrik ediyorum. Fenerbahçe'nin şampiyon olması için onlardan daha çok çalıştık. Helal olsun.

Benden bugünlük bu kadar.
Saygılarımla...

6 Mayıs 2007 Pazar

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi -3

Yazımın 3. ve son bölümü, 3 başlıktan oluşuyor.


  • Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tutumu

Sanırım yapacağım yorumlar içinde en çok bekleneni de buydu. Şimdi sizlere bu konudaki görüşlerimi açıklayacağım.

Bugün geldiğimiz noktada askerleri, salt bir silahlı gücün kontrolörü olarak görmek en büyük hatadır. Gerek dünya görüşü, gerek yetişmişlik ve gerekse yerinde davranma açısından askerler, günümüzün, ülkemizin gerçek aydınlarıdır. Bundan birkaç ay önce Büyükanıt “Bu ülkenin gerçek aydınları, entelektüelleri nerede?” demişti, kendini aydın diye nitelendiren bazıları Kürt bağımsızlık hareketine destek verdikten sonra.

Evet, bu ülkenin gerçek aydınları askerlerdir. Özellikle de İlker Başbuğ’un konuşmalarında sıkça yer verdiği “devrim” ruhunu da 1960’da olduğu gibi arkasına alan ve Erol Mütercimler’e “devrim orduya geri döndü” dedirten Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün sivil entelektüellerin üstüne çıkarak aydınlanmanın ve çağdaş Türkiye’nin anayasal değerlerinin en büyük savunucusu olmuşlar ve sadece korumanın da ötesinde onları ileri götürme iradelerini açıkça ortaya koymuşlardır.

Laiklik ve çağdaşlık yolunda hükümetten kaynaklanan kaygılarımı paylaşan herkese soruyorum: Çekincelerimizi, korkularımızı, endişelerimizi, düşüncelerimizi, isteklerimizi ve kararlılığımızı Türk Silahlı Kuvvetleri kadar açık, net, yerinde ortaya koyabilen; adeta hislerimize tercüman olan bir kurum, bir aydın, bir gazete, bir dernek, bir çevre, bir siyasi parti, bir akademik grup olmuş mudur? Hangi çevreler ordumuz kadar güzel bir şekilde bu rejime sahip çıkabilmiştir?

Eğer olumlu yanıt verebilirseniz, derhal gidip o oluşuma dahil olmaya hazırım!

TSK ile ilgili olarak genel düşüncelerimizi söylemek ve bunu konu özeline indirgemek gerekirse…

Ordu, bizim için diğer devletlerde olduğu gibi bir meslek değildir. Bizler aç kalabiliriz, açıkta da kalabiliriz, fakir de olabiliriz, imkansız da olabiliriz. Ama biz, evlatlarını askere davul zurna ile uğurlayan bir milletiz. Biz, şehit evladının arkasından “Vatan sağolsun!” diyebilen bir milletiz. Biz, askerliği vatana karşı bir borç olara gören, borcunu ödemediğinde vicdan azabı çeken insanların milletiyiz. İşte bu ruh ile Kurtuluş Savaşı’nı da göz önüne alarak çok sevdiğim şu sözü hep söylemez miyiz: Her Türk asker doğar!

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk ulusunun bağrından çıkan en güzel güçtür!

Doğrudan basın açıklamalarının içeriğine değinmek gerekirse, ben 12 Nisan’daki basın toplantısından başlamak istiyorum.

12 Nisan 2007 tarihinde, alışık olunmadığı bir şekilde Genelkurmay Başkanı basının karşısına çıkarak uzun bir konuşma yaptı. Belirtmeden geçemeyeceğim ki gerek hâl ve tavırları, konuşması, tutumu ve karizması ile Özkök’ün bize unutturduğu, lider, halkımıza layık, vizyon sahibi bir Genelkurmay Başkanı görmenin mutluluğunu yaşadık.

Konuya dönersek, Paşa, söz konusu toplantıda cumhurbaşkanlığına ilişkin olarak “Laikliğe sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı istediğini söyledi. Sayın Büyükanıt, gerek şahsiyeti gerekse başında bulunduğu kurum dikkate alındığında hiçbir açıklamayı durduk yere yapmaz, yapamaz. Zira söylediği her sözün üzerinde uzunca durulacağını bilir.

Kısacası: Büyükanıt, TSK’nin cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili görüşlerini, basın açıklamasından 2 hafta önce açık bir şekilde ortaya koymuş, anlayan için gayet açık bir şekilde mesajını vermiştir.

Ancak iktidar, aslında Türk halkının tamamının paylaştığı bu kaygıları görmezden gelerek ve meydan okurcasına seçim sürecinde tavrını değiştirmemiştir.

Daha sonra ise sürecin en çirkin hâle geldiği, gerildiği ve çıkmaza sürüklendiği anda, gece yarısı bir basın açıklaması geldi.

Şimdi yine sizlere soruyorum, ey bu ülkenin çağdaş insanları: Söz konusu basın açıklamasında geçen her cümlenin altına imzanızı atmaz mısınız? Hadi şimdi böyle bir müdahalenin yerinde olup olmadığını bir kenara koyup sadece içeriğe bakalım; farz edelim ki bir makale olarak yayınlandı bu metin. Hangi cümlesini çıkartabilirsiniz içinden? Hangi cümlesi içimizden geçenlerin tam karşılığı değil?

Şimdi, bu aşamada böyle bir müdahalenin yerindeliği hususuna gelirsek…

TSK, söz konusu açıklamada da belirtildiği üzere yasalardan doğan “görev”ini yapmak kararlılığını ortaya koymuştur. İç Hizmet Kanunu’na göre TSK’nin görevleri arasında devleti hem içten, hem dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korumaktır. Ve bu, bir yetki veya hak değil; açık bir görevdir. Bu görevini yapmadığı zaman görev ihmali suçlaması bile yapılabilir ordu hakkında.

Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisini yıpratmaya çalışan başta AB olmak üzere bütün dayatma odaklarına rağmen cumhuriyet rejiminin, Anayasal bir kurum olarak ve yasal görevleriyle en büyük güvencesidir. Arjantin, Lübnan gibi ülkelerin liderleri, bizimki gibi bir orduları olmadığı için şikayet ediyorlar ki Arjantin’de ne kadar sık darbe olduğu malumunuz…

Darbe konusunu açmışken, izninizle askeri darbe hakkında da birkaç söz etmek isterim. Herkesin ağzında bir laf “Darbe bizi 20 sene geriye götürür”. Peki neden? Bunu kim ölçmüş, kim hesaplamış? Neden 15 değil, 25 değil de 20 sene? Bu hesap neye göre yapılıyor ve bu yargı neye dayandırılıyor?

Tarih ilminin birinci kuralı her olayı, meydana geldiği zamanın şartlarına göre değerlendirmektir. Bu kuralı sizin vicdanınıza bırakarak ben, tarih yorumlama disiplinin en büyük metodu olan kıyası kullanacağım.

İktidarda zorba, dayatmacı ve sivil diktatör, rejimin temel Anayasal değerlerini tehdit eden sağ bir parti var. Ortam sürekli geriliyor, vicdani ve dini meseleler kaşınıyor, basın üzerinde yoğun baskı var, para kaynakları belli görüşlere yönlendiriliyor, başta ABD’ye olma üzere vatan peşkeş çekiliyor. İşte bu noktada ordunun, bilhassa genç subayların rahatsızlıkları başlıyor ve o zamanın en aydın insanları olan askerler yönetime demokrasi ve devrim aşkıyla el koyuyor.

Hayır, bugünü anlatmadım. Bu anlattığım 1960 yılında meydana gelen askeri müdahale. Ama eminim çoğunuz bugünü anlattığımı sandınız değil mi? İşte kıyas da böyle bir şey zaten.

Peki daha sonra neler oldu 1961’de… Bu devrimci ve çağdaş gençler, bugün bile birçok Avrupalı devletin yakalayamadığı, bizim ise kırk fırın ekmek yememiz AB dayatmalarına boyun eğmemiz hâlinde biraz yaklaşabileceğimiz bir Anayasa yaptı. Hem askerin hiçbir müdahalesi olmadan, tamamen akademisyenler tarafından.

O zamanın çok ötesinde, dünya standartlarının da üstünde özgürlükler, sosyal haklar, siyasal örgütlenme, çift meclisli sistem vs…

30 yıl geriye gitmekte bahsediyorlar bazıları. Bakın, ben size 1961 Anayasası döneminden, 1960’lı yıllardan bahsedeceğim, inanmayanlar dönem dizilerine, o zamana ait fotoğraflara bakabilir…

1960’lar… Beyoğlu’na kravatsız çıkılmıyor. Sendikalar aktif ve çalışanların haklarını savunuyor, grevler yapıyor. Halkın kültürel seviyesi, entelektüelliği destekleniyor. Genç kızlar, İstanbul’un neredeyse her yerinde mini etekleriyle en ufak bir tacize maruz kalmadan dolaşabiliyorlar ki zaten moda bu. Saç modelleri batı tarzı, modern. Yaşlı teyzelerde baş örtüsü var, dedelerin çoğu şapka takıyor. Türbanlı zaten hiç yok, çarşaflı ise çok ararsanız belki bulursunuz. Bugün yobaz semti olan Çarşamba semtinde Hıristiyanlar ve Müslümanlar iç içe yaşıyorlar. Keza Fener’de, Balat’ta… Herkeste bir hoşgörü var. Hıristiyanlar, dini bayramlarda Türkleri tebrik ediyor, iftarlara katılıyor; Türkler de Paskalya’yı onlarla kutluyor…

Şimdi hadi çıkın 1960’lardan, o darbe sonrası yıllardan, darbenin getirdiği yıllardan ve bugüne gelin. Bakın bakalım 40 yıl geriye gitmek nasılmış?

Kısacası: Türkiye’nin yüzü, maalesef doğuya çevirlmiştir. 1960 darbesi, nasıl ki ulu önderin meşhur fotoğrafında nurlara baktığı batıya çevirmişse yönümüzü, bugün de halkın bağrında çıkan ve aydınca düşünen, Atatürk devrimlerini korumanın da ötesinde geliştirmeye niyetli bir gücün bugün de bizi çağdaş medeniyet yönüne çevirmesi zorunludur.

Böyle bir durumda da, olumsuzlukların bütün mesulü, “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” diyen ve sivil diktatörlük ile demokrasiyi yok etmeye çalışanlar olacaklardır.

Kıyası yaptığınıza eminim. Ama ben, açıkça yazamayacağım görüşlerimi bir benzetme ile daha sizlere sunmak istiyorum:

Hepimizin vücudunda bir bağışıklık sistemi vardır. Ve hastalıklarla savaşta en güvendiğimiz koruyucumuz, kendi bağışıklık sistemimizdir. Her gün vücudumuza bir sürü mikrop girer; ama bunlar bizi hasta etmez. Çünkü bağışıklık sistemimiz bizi korur. Ama ne zamanki kendi hücrelerimiz zayıf düşer, hasta oluruz. Ve o zaman “dışarıdan” ilaç almak zorunda kalırız. Eğer hastalık ilerlemişse dışarıdan bir tıbbi müdahale gelir. Eğer kanser gibi dış etki ile değil de kendi hücrelerimizin ihanetinden kaynaklanan bir hastalıksa kanser olan bölüm, vücudun tamamını kurtarmak ve yaşatmak için alınır, atılır.

Mesajımı yeterince verdiğimi sanıyorum.



  • Genel Seçim Hakkında

Cumhurbaşkanlığı sürecinde iktidarın samimiyetine olan inancımızı tamamen sıfırlayan bir konu ise, her seferinde millet iradesi diyen iktidarın, bu mevkii kapıp kaçma hevesi olmuştur.

Başta CHP ve ANAP olmak üzere neredeyse bütün partiler “Önce seçim yapalım, o Meclis de cumhurbaşkanı seçsin” dediler. Ama hep “Halk bizim arkamızda” diyen hükümet nedense buna yanaşmadı. Ve “Ben istedim olacak” mantığında bir dayatma ile turlara başladı.

Oysa bugün geldiğimiz nokta, enin sonunda bir Genel Seçim noktasıdır.

Peki Sayın Erdoğan, bütün bu rezillikler yaşanmasaydı, ordudan, Sezer’den, birçok kurumdan, aklı başında insanlardan ve muhalefetten gelen bu çağrılara kula verilseydi ne olurdu? Bugün geldiğiniz nokta sanki çok mu farklı? Aklı selimin gereği olan bu noktaya, ülkeyi zora sokarak, gererek ve zorla getirilmeniz hoş oldu mu? Hoş olmasının ötesinde gerekli miydi?

Bugün açıklama yapmış Başbakan: “Biz halkımıza inanıyoruz, güveniyoruz, cumhurbaşkanını halk seçsin, seçimler de yapılsın ki halka soralım fikrini” temalı bir konuşma.

Peki Sayın Erdoğan, ANAP lideri aylardır “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diye bas bas bağırırken neden terslediniz? CHP “Erken seçime gidelim” derken neden sert bir dille karşı çıktınız? Sizce bu halk, bu dönüşü yer mi?

Genel seçim, bugün için kaçınılmazdır. Ve olası bir seçimden sonra AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı kesindir.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesine gelince…

İktidar için bu olumlu bir durumdur. Zira halk, yine Gül’ü seçecektir. Peki neden? Bunda medyanın ve basının ortak payı var. Medyanın payı, iktidar yalakalığı uğruna hiçbir karizmatik liderin var olmasına izin vermemiş olmasıdır. Muhalefetin payı ise iktidarın adayının karşısına adam gibi bir aday ortaya koyamamış olmasıdır.

  • Genel Değerlendirme

Bütün bu durum ve şartlar altında değerlendirildiğinde, AKP’nin iktidar gücünü taşıyamadığını ve politik bir şımarıklık ile Anayasal krizlere yol açtığı açık ve nettir.

Bir başka gerçek de sadece Anayasal krizler değil, rejim krizlerinin de bizleri beklediğidir. Büyükanıt ve Sezer’in de dediği gibi ülkemiz, daha önce olmadığı kadar büyük tehlike ve risk altındadır.

Ey Türk Gençliği, bu vatan sana emanet.

Nazım Hikmet’in dizeleriyle yazımı bitiriyorum.

Saygılar…

Çocuklar inanın, inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

Motorları maviliklere süreceğiz

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

4 Mayıs 2007 Cuma

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi -2

Yazımın 2. bölümü, 5 başlıktan oluşuyor.

  • CHP’nin Tavrı

Cumhuriyet Halk Partisi, cumhurbaşkanlığı seçimini en başta sadece bir türban meselesine dayandırarak hata yapmış gibi görünse de, gerek Sayın Sezer’in gerekse Sayın Büyükanıt’ın açıklamaları ile kendine gelmiş olacak ki, meselesinin bütünüyle kavranarak bir rejim ve demokrasi olduğunun farkına vardı.

Bu şartlar altında da üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdi.

Peki CHP tamamen kusursuz bir süreç mi yönetti? Kesinlikle hayır. Şu noktada 367 tartışması ve basının tutumundan bahsetmek yerinde olacaktı; ancak bunu diğer başlıklarda detaylı olarak ele alacağım.

  • ANAP ve DYP’nin tavrı

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu partilerine en az hakim genel başkanlar olarak anılmakta idiler. 367 olayında Mumcu kendini aklayarak bir güç sınavından yüksek not aldıysa da, Ağar için durum tam tersi oldu.

Yine de bu liderlerin ikisinin de çok önemli açıklamalarını bağlayıcı kabul ederek ele almak durumundayız.

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun ortak noktası, ikisinin de hem muhalefete hem de iktidara çıkış yapmaları oldu. Bilhassa Ağar, oylama öncesi son basın toplantısında yaptığı konuşmada adeta önce muhalefete, sonra da iktidara bir tokat çarpıp kendi yoluna devam etti. Mumcu da benzer bir tavırla, olayı gererek durumu bu hâle getirdiği için hem muhalefete hem de iktidara kızdı.

İşte bu, merkez sağ dediğimiz olaydır. Merkez sağ merkezdedir, yani herkese göz kırpar, yani en basit tabirle orta yolcudur. Vatan, din, bayrak gibi ortak ulusal değerler üzerinden ve suya sabuna dokunmadan siyaset yaparak seçmene göz kırparlar. Hiçbir alakası olmadığı hâlde basın toplantısında Ağar nasıl sıkıştırdı araya “Okuyamayan baş örtülü yavrularımıza yazık…” temalı cümlelerini?

Kısacası: En kararlı duruşu göstermiş gibi duran ANAP ve DYP aslında en karaktersiz tavrı da sergilemiş ve “Aman hepsi aynı” diyen seçmene göz kırpmıştır.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki bugün gelinen nokta, bilhassa ANAP’ın direnç noktasının aynısıdır.

  • Cumhurbaşkanı Seçim Süreci

Hepimiz milli maç izler gibi televizyonlarımızın başına geçtik ve parmak hesabı yapmaya başladık. Acaba kaç kişi olacaktı salonda? Acaba hangi partiler girecekti? Bağımsızlar ne yapacaktı?

Ama bunların hepsinin ötesinde ben bu başlıkta, diğer başlıkların temalarına girmeden sadece seçim süreci olayını ve sonrasını değerlendireceğim.

Sayın Arınç, tarafsız bir Meclis Başkanı’ndan ziyade bir hükümet amigosu gibi davranarak seçim sürecini gölgelemiştir. Oysa unutmamalıdır ki bu başkanlık kendisine bakanlık verilmeyince çözüm formülü olarak emanet edilmiştir.

En büyük yıkım ise sayın Ağar’ın 2 milletvekilinin “Bir hava almaya çıkalım” diyip salona girmesi ve oy kullanması olmuştur.

Bu aşamada konuyu, seçim için teklif edildiği öne sürülen rüşvet iddialarına getirmekte fayda var.

Bir iş adamı CHP’li milletvekilini arıyor ve “Sana maddi manevi her şeyi veririz. Yeter ki seçime katıl” diyor. Mumcu ne kadar açıkça söyleyemese de vekilleri üzerinde baskı kuruluyor. Bunun da ötesinde, herkesin gözü önünde, açık seçik ANAP’a siyasi rüşvet öneriliyor. Yıllar önce Mumcu’nun teklif ettiği Anayasa değişiklik paketi ret yanıtı alıp dururken, birden yeniden gündeme getirilip teklif ediliyor. Hem de seçime saatler kala…

Sayın AKP’liler, ülkenin en onurlu işlerinden bir olan cumhurbaşkanlığı seçimini de kişisel hırslarınız ve gözü dönmüşlüklerinin uğruna nasıl kirlettiğinize bir bakın ve utanın hadi, birazcık da olsa utanın!

  • 367 Tartışması ve Anayasa Mahkemesi Kararı

İddia ilk ortaya atıldığında ben de dahil kimse önemsememişti. Arınç’tan tutun da Burhan Kuzu’ya kadar bütün hükümet hukukçuları 184’ün yeterli olacağını savunup durdular ve rahat görünmeye çalıştılar.

Oysa gerek seçim öncesi rüşvetler, gerekse 367’yi tutturma adına içeri kafasını uzatan vekillerin sobelenmesi ve oturumun başından beri gergin duran hükümetin bundan sonra gülücükler saçması, aslında nasıl da ciddiye alındığının bir göstergesidir.

Konuyu iki açıdan incelemekte fayda görüyorum.

1- Vicdani Açıdan:

Başta da belirttiğim üzere, Anayasa’nın temelinde manevi bir ruh yatar ve bu ruh, Anayasa ile ilgili her olayda ve durumda geçerlidir. İşte bizim de Anayasamızdaki demokratik ve çoğulcu devletin sonucu olan ve yine denge esasına dayanan “uzlaşma” kültürünün mutlak gerekliliği olan anlaşmanın (ki ilk başlıkta değindim) sağlanabilmesi için ruha uygun olarak 367 kurumunun konmuş olması, vicdanen gereklidir. Aksi takdirde Anayasa, ruhuna aykırı olarak diktatörlüğü önleyecek hiçbir mekanizma getirmemiş olacak ve uzlaşıya zorlamayacaktır. Oysa aynı anayasa değil midir sırf uzlaşma için ilk iki turda 367 oy arayan ve 4 turda seçim yapılamazsa vekilleri seçim baskısı altında tutan?

2- Hukuki Açıdan:

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını görmeden detaylı yorum yapmak mümkün değil. Ancak Haşim Kılıç’ın verdiği bilgilerden gerek 367 katılım ve oy şartının arandığını, gerekse gizli oy olması sebebiyle oylama yapılması gerektiğini ve bu unsurların ikisinin birden ihlal edildiğini; bu sebeple de seçimin geçersiz sayılacağını anlamak, mümkündür.

Kısacası: Anayasa Mahkemesi, hukuki açıdan tutarlı bir karar vermiştir.

Bu noktada hemen mahkeme kararı öncesinde ve sonrasında yapılan yorumlara değinmek gerekir. Sayın Baykal aleyhine “Yargıyı etki altında bırakmaya çalışmaktan” dolayı dava açılıyor. Zira kendisi, Mahkeme eğer ret kararı vermezse ülkenin kaosa sürükleneceğini söylemişti.

Eğer Baykal bir iktidar odağı olsaydı, bu kesinlikle doğru olabilirdi. Oysa ki elinde hiçbir devlet yetkisi bulunmayan bir muhalefet liderinin yaptığı durum tespitinin bağımsız yargıçlar üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir?

Şimdi yeniden ben de savcıları göreve çağırıyorum. Sayın Başbakan “Bu karar, demokrasiye sıkılmış kurşundur” dedi. İşte asıl bu, hukuk devletine karşı çıkmak değil midir? Mahkemeye saygısızlığın âlâsı değil midir?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin açıklamaları için de aynı şeyler söylendi. Özellikle açıklamanın zamanlaması bakımından bilhassa Anayasa Mahkemesi kararı ile ilişkilendirildi. Ancak şunu unutmamakta fayda var ki: Anayasa Mahkemesi her kararını bir gerekçe ile uzunca açıklamak durumundadır. Yani açıklayamayacağı bir karar veremez. Buna rağmen, basın açıklamasının metni, hedefin doğrudan hükümet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Basın açıklaması ile ilgili detayları diğer bir başlıkta inceleyeceğim.

  • Basının Tutumu

Bütün dünyada basının belli başlı tutumları vardır. Ancak Türkiye’deki kadar taraflı ve tarafını olaylara göre bu kadar süratle değiştiren bir basın, dünyanın hangi ülkesinde görülebilir? Mitingde bu yüzden “satılmış medya” diye bağırmadık mı?

Dünyada basın ya tarafsızdır, yada muhaliftir. Bu muhalif olabilme lüksü de “basın bağımsızlığı”ndan beslenir. Oysa Türkiye’de medya patronları aynı zamanda banka, holding, ticari şirket patronları da oldukları için servetlerini korumak ve eğer mümkünse iktidar rantına ortak olabilmek adına hükümetin yanında yer almak durumundadır.

Sayın Baykal’ın açıklamasını canlı olarak dinliyorum, çok can alıcı şeyler söylüyor, 1 saat boyunca konuşuyor. Oysa akşam haberlerinde 3 cümle veriliyor sadece, o da Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgili malum yorum.

Medyamızı, vicdanı ile baş başa bırakmak istiyorum; eğer öyle bir şey varsa!

Bilhassa Aydın Doğan’ın elemanları, olaylar karışana kadar Erdoğan’ın bu süreci ne kadar iyi yönettiğini söylüyorlardı. Ortalık karışınca muhalefeti suçlamaya başladılar. Gece yayınlanan TSK açıklamasından sonra ise de tam tersine dönerek “Süreç iyi yönetilemedi, hükümet ortamı gerdi” dediler. Daha sonra hükümet beklenenin tersine alttan almayınca da yeniden dönerek AKP’yi ve partilileri övme yarışına girdiler.

Dün, AKP’nin emrindeki TRT’de bir program izledim. Zaman Gazetesi, Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri ve birkaç yalaka gazeteci bir araya geldiler ve Abdullah Gül ile söyleşi (!) yaptılar. Bu programı tarafsız gözle izleyen hiç kimsenin yaşananlara isyan etmemesi mümkün değil. Sorular önceden hazırlanıp gazetecilerin ellerine verilmiş, al gülüm ver gülüm sistemi kurulmuş, arada şakalar yapılıyor, kahkahalar atılıyor…

İsyan ediyorum dönek medyaya!

Dünyanın önde gelen basın kuruluşlarının 1 milyondan fazla diye verdiği mitingleri “yüz binler yürüdü” diye yayınlayan medyayı kınıyorum!


Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Tutumu, başlığını da içeren son bölüm 6 Mayıs Pazar akşamı yayınlanacak.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Nihayet beklenen yazımı tamamlayabildim. Biraz uzun oldu ama sabırla okumanızı rica ediyorum.
Yazıdaki bütün tanımlar, anlatımlar ve öğretiler baa aittir. Doğaçlama ve tek oturuşta yazılmıştır.Hiçbir yerden alıntı yoktur.
Söylemlerden alınan yerler ise zaten söyleyenin adı ile birlikte belirtilmiştir.

Yazı, 11 başlıktan oluşmakta. Ben 3 parça halinde yayınlayacağım. İlk parçası 3 başlık içeriyor.


  • Aday Belirleme Süreci ve Modern Demokrasi

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, her anayasa gibi lafzı ile olduğu kadar ruhu ile de geçerli olan bir anayasadır. Anayasaları, matematik bir denklem gibi düşünerek, bunların ceza kanunları veya borçlar hukuku – birey ilişkisi gibi bir ilişkide olduğunu söylemek en büyük hata olacaktır. Anayasa, devleti var eden ve esasen ruhu ile vatandaşların sosyal sözleşme unsurlarına göre devlet oluşturmasını sağlayan manevi bir olgudur.

Anayasamızda açıkça belirtildiği gibi doğrudan geçerli olan Başlangıç bölümünde ve cumhuriyetin nitelikleri ile ilgili maddelerinde düzenlendiği üzere Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal, üniter, çoğulcu bir hukuk devletidir.

Bu tanımda yer alan demokratiklik, çoğulculuk ve hukuk devleti ilkeleri gereği, devleti temsil eden ve bireysel sorumsuzluğu ile en yetkili kişi olan cumhurbaşkanının ulusun uzlaşması ile seçilmesi gereği inkar edilemez.

Burada en belirleyici olan etken de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un yaptığı Kemalizm tanımında da belirtildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ideolojinin, “dinamik” bir düşünce sistemi olmasıdır. Bu dinamizm, şüphesiz ki, yine bu tanımda ve 20. yüzyıl Türkiye’sinin yüksek stratejisinde yer alan muhasır medeniyetler seviyesi hedefinin de yansıması olarak demokrasi anlayışımızın yüksek medeniyete uygun olarak “modern demokrasi”ye uyarlanmasını gerektirir.

Modern demokrasi, Anayasa kitaplarında da anlatıldığı üzere, yumuşak bir çoğulculuğa dayanan ve güçler dengesi ve çekişmesine önem veren, vatandaşların iradelerini 4 veya 5 yılda bir yılda bir genel temsil vekaleti ile devrederek devlete yansıttığını reddeden bir anlayıştır. Buna göre, devletin bütün organlarının ve halkının her daim iradesini yönetime yansıtabileceği araçlar düzenlenmiştir. Bunlar bir takım şekli araçlar olabileceği gibi daha önce de değindiğim üzere manevi araçlar da olabilir.

Bu bağlamda bakıldığında, modern demokrasi için en büyük tehlike, vatandaşın genel iradesi ile verdiği vekaletin her konuda mutlak bir yetki ile kullanılması ve böylece çoğunluğun diktatörlüğünün baskıcı olmasıdır. Modern demokrasi, çoğunluğun diktatörlüğü değil; azınlığın iktidarıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında, maalesef yanlış hazırlanan bir Anayasa sonucu iç içe geçmiş olan Yürütme ve Yasama organlarının tamamını çoğunluğun ele geçirmiş, zapt etmiş ve böylece devlet iradesi üzerinde tam hakimiyet kurmuş olması, azınlığın yok edilmesi anlamına gelir. Oysa günümüzde vatandaşların hepsini kapsamayan bir demokrasi, ancak ve ancak meşru diktatörlük gibi saçma bir tanımda yer alabilir.

Bu sebepledir ki cumhurbaşkanlığı sürecinde, seçim yetkisini elinde bulunduranlar, devlet başkanını seçerken istisnasız bütün kurumların ve vatandaşların iradesini sürece yansıtmak mecburiyetindedir. Toplum bireylerinin tamamını kapsamayan bir cumhurbaşkanının, seçme gücünü 1/3 oyla 2/3 çoğunluk elde ederek sahiplenenler olduğunu da düşünürsek, meşru olmadığı iddiası en azından vicdanen ortaya atılabilecektir.

İktidar partisinin “Cumhurbaşkanını ben belirler, ben seçerim, kimseyi de bu işe karıştırmam” demesi, olsa olsa modern diktatörlük olabilir.

Sonuç olarak 21. yüzyıl Türkiye’sinde adayları bütün kesimler ve bütün siyasi iradeler ortak olarak belirlemeli ve bunu da kurumsal dengeleri bozmayacak bir cumhurbaşkanı seçerek tamamlamalıdır.

Sonuç olarak: AKP’nin aday belirleme sürecindeki tavrı, kesinlikle kabul edilemez!

  • Mitingler ve Modern Demokrasi

Bir önceki başlıkta belirttiğim, halkın devlet yönetimine sürekli katılımının şekli araçlarından bir tanesi de mitinglerdir.

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, yukarıda değindiğim hususlar çerçevesinde, mitinglerde toplanan kalabalığın 100.000 veya 1.000.000 olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, toplumun ciddi bir kesiminin, mutlak gerekli olan uzlaşının gerçekleşmediğini ortaya koymasıdır.

Bunun yanı sıra hepimiz biliyoruz ki meydanlarda toplanan kişi sayısı Türkiye için bir rekor olmuş, tüm zamanların en büyük mitingleri gerçekleşmiştir.

Benim için en önemli noktalardan biri de mitinge katılan kişilerin nitelikleridir. Hepsi 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışan, modern görünümlü, aydın, sadece Türk bayrağı taşıyan, siyasi parti hevesleri olmayan, deyim yerindeyse pırıl pırıl insanlar. Ve bu aydın insanlar, bu kadar büyük bir mitingde en ufak bir olay, kargaşa, karmaşa çıkarmadan örnek bir medeniyet çerçevesinde mesajlarını verdiler. Tebrikler!

Peki sayın Başbakan bu konuda ne dedi: Bindirilmiş kıtalar… Hayır, sayın başbakan, bindirilmiş kıtalar sizin grup toplantılarınızda, Meclis Başkanlığı’nca yasaklandığı hâlde futbol maçlarındaki gibi tezahürat yapan yalaka gençlerdir. Siz, iktidarsınız sayın başbakan ve ancak iktidarların rantı olur, bu rantı paylaşmak isteyenler iktidarın gücünü paylaşma kaygısına girer. Çağlayan Mitingi’ne gelenlerin bu işten en ufak bir kişisel menfaati yoktur. Oraya gelenler, yüreklerini ortaya koymuşlardır.

Tandoğan ve Çağlayan’a gelen ablalar, amcalar, küçücük çocuklar, başörtülü nineler, gazi kıyafetli dedeler, tanımadığım hâlde omzuma vurarak “Atatürk bu vatanı sizlere emanet etti, aferin çocuklar, yürüyün” diye yaşlı gözlerle seslenen teyzeler, rahat olunuz; vatan emin ellerdedir!

  • Abdullah Gül’ün Adaylığı

İşte bu aday belirleme sürecinin sonunda AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül olarak belirlenmiş; bunun tansiyonu düşüreceği öngörülmüştür. Oysa bir gerçek atlanmıştır. Yazımda değindiğim ve değineceğim hususlar ve ayrıca Recep Tayip Bey’in cumhurbaşkanlığına karşı çıkanlar, bir zihniyet mücadelesi vermişlerdir. Zira aynı amaç ve çıkarlar ile ideoloji yolunda çalışan, çabalayan bir kişi adı ne olursa olsun, kitleleri tatmin etmeyecektir.

Peki Abdullah Gül kimdir? Refah Patisi dönemindeki kayıp trilyon davasından dokunulmazlık zırhı ile kurtulmuştur ki diğer sanıkların hepsi (Erbakan dahil) suçlu bulunmuş ve ceza almışlardır.

Abdullah Gül, “Laik sistemi değiştirmek istiyoruz” diye yabancı bir gazetede açıkça ilan etmiştir. Savcılar neredesiniz? Sayın Baykal’a ve muhalefet odaklarına açılan davaların kaçta kaçını hükümet üyelerine açabildiniz?

Ve nihayet Abdullah Gül, Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturan, uluslar arası İslami terörist El Kadı’ya kefil olan, şehitlere kelle diyen vs… Recep Tayip Erdoğan’ın, kendi deyimi ile, dava arkadaşı ve yola beraber çıktığı kişidir.

Sizce Abdullah Gül, cumhurbaşkanı seçilse idi politik görüşünü askıya asabilir ve AKP’ye sırtını dönebilir miydi? Sırf eşi türbanlı aday çıkarmazsa tabanına ters düşer diye eşi türbanlı aday arayışına giren bir parti ve bunun içinde çıkan aday ne kadar kapsayıcı ve tarafsız olabilir?

Kısacası: Abdullah Gül de, Tayip Bey ne kadar yanlışsa, o kadar yanlış bir adaydır.

İsmi geçen Vecdi Gönül ise diğer hususlardaki endişelerimiz sabit olmakla birlikte liyakat ilkesi bakımından cumhurbaşkanlığı için Meclis içindeki en önemli isimlerden biri idi.

Sürece, cumhurbaşkanı olma heveslisi Sayın Arınç’ın da dahil olduğu ve aday seçimini etkilediği çokça konuşuldu.

Kısacası: Gül’ün adaylığı, her açıdan çok kirlendi…


Devamı : 4 Mayıs 2007 Cuma gecesi yayınlanacak.

29 Nisan 2007 Pazar

Milyon Yürüdük

Sabah çıktığımız yolculukta, öğlen vakti o büyüleyici meydana vardık. Yoldaşlarımızla; laik, demokratik, sosyal hukuk devletinin yılmaz bekçileriyle; içimizdeki aydınlarla buluştuk. Bir tılsım vardı, anlatılamazdı.
Şarkılar, türküler, sloganlar… Tayip baksana, kaç kişiyiz saysana?

Toplumların demokrasiye katılımını sadece seçimden seçime oy kullanmak sanan gerici zihniyete, modern demokrasi araçlarından biriyle en güzel cevabı verdik. Sadece Türkiye’nin değil, belki de Avrupa’nın en büyük dayanışma örneğini gösterdik.

TSK’nin gece yarısı muhtırası ile ilgili daha sonra bir yazı yazacağım elbette. Ona değinmiyorum. Ama sadece şu kadarını söylemeliyim: TSK’nin bütün rahatsızlıklarını aynen paylaştık. Laik cumhuriyeti aşındırmak isteyenlere, gençliğin gücünü gösterdik. 10 yılda, 15 milyon yaratılan her yaşta gencin gücünü!

Peki neye karşı çıktık, Genelkurmay’ın verdiği somut örnekler dışında?
“Laikliği değiştirmek istiyoruz” diyenlere, “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” diyenlere, “Laikliğin tanımını yenide yapalım” diyenlere, milletin efendisine “Ananı da al git lan” diyenlere…

Çağlayan’dan Meidiyeköy’e, Dolapdere’ye, Beşiktaş’a, Taksim’e dayanan yolları doldurduk. Şimdi herkes yine sayı muhabbeti yapacak. Ben matematik sayı vermeyeceğim. Diyeceğim ki: Anlayana mesaj verecek kadardık!
Umarım birileri almaları gereken mesajı almıştır.

Çarşamba günü son gelişmelerle ilgili fikir yazımı yazacağım. Ama genel olarak belirtmek gerekirse:
Yarın tank sesleriyle uyanabiliriz.
Anayasa Mahkemesi hukuki değil, siyasi bir karar verecek.
TSK, milletin bağrından çıkan en güzel güçtür.

22 Nisan 2007 Pazar

21. Yüzyıl ve Kemalist Ulus Anlayışımız

Hrant Dink cinayeti gibiydi yine haber alışım. Annem “Bak Malatya’da böyle böyle olmuş” dedi. Çok önemsemedim, maillerimi okumaya devam ettim. Ancak işin rengi Ana Haber Bülteni’nde değişti. Meğerse olay tahmin ettiğimin ötesindeymiş…

Kısaca özetlemek gerekirse: 4 adet kendini milliyetçi sanan insanımsı varlık, misyoner olduğu iddia edilen ve İncil basım işiyle uğraşan 3 Hıristiyan vatandaşı (2’si devşirme) öldürüyor. Fakat bundan önce ellerini bağlayarak ve onlarca bıçak darbesi vurarak sorguluyorlar. Malatya’daki Hıristiyanların listesini istiyorlar en başta.

Liste verilse ne olacak? Büyük ihtimalle bu çocuklar cinayetlerine yenilerini ekleyecek.

Tam bu noktada, son zamanlarda güncelliğini biraz kaybetse de, Sayın Bülent Arınç’ın cumhurbaşkanlığı için “dindarlık” kriteri koymasıyla akıllarımıza yeniden düşen din ve ulus ilişkisinden yola çıkmak istiyorum.

Bir ülke üzerinde yaşayan insanları bir arada tutan şey nedir? Doktrinde bunları 2’ye ayırıyoruz: Objektif unsurlar, subjektif unsurlar.

Objektif unsurlar, kişiden kişiye değişmeden ve yorum kapalı olarak kağıt üzerinde sağlamasını yapabileceğimiz unsurlardır. Örneğin ortak ırk, ortak din, ortak aile vb…

Subjektif unsurlar ise göreceli ve fakat insan iradesine dayanan ve bu sebeple sosyal sözleşme anlayışının bir parçası olan unsurlardır. Örneğin ortak ideoloji, ortak çıkarlar, birlikte yaşama arzusu vb…

Kemalizm’in ulus ve milliyetçilik tanımı ile oluşturulan (ki çokça deforme edilse de üniter yapı gibi temel değerler bakidir) Anayasa da subjektif ulus değerleri üzerine kurulmuş bir devlet tanımı yapmıştır. Mustafa Kemal’in bilhassa Fransız Devrimi’nden gelen etkilenmelerinin, analiz yeteneğinin ve ileri görüşlüğünün bundaki payı yadsınamaz.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir arada tutan değer, “birlikte yaşama arzusu”dur. Üstelik bu değer, Kemalist veya Anayasal bir dönüşüm veya zorlama yahut sonradan form kazandırma ile saptanmamıştır. Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda ve daha nice badirede Türk ulusu etnik köken, ortak ırk, ortak din gibi düşüncelerden öte, “vatan” kavramı üzerinde birleşmiş, bu yöndeki arzusunu yan yana yatan Gaziantepli Cıvan, Bursalı Mehmet ve İstanbullu Dimitris’in şehit mezarları ile tescillemiştir.

Bugün geldiğimiz noktada ise, Atatürk milliyetçiliğinin, hümanizmden gelen kökleri ve insan sevgisinden doğan vatan sevgisi ile oluşan ulus değerlerini gençlerimize aktaramamış olmanın sıkıntısını yaşıyoruz.

Ben, bu topraklar üzerinde insanları kümeleyerek o kümeler arasında bir paylaşım, bir münasebet, bir etiketleme yapılmasını ancak ve ancak bunu yapanların terle uyanacakları bir kabus olarak görüyorum. Bizim için esas olan, bu vatanda yaşayan her bir kişinin kümelenmeden, tek tek paylaştığı, var olduğu, birey olduğu bir paylaşım ve yaşama arzusu olmalıdır.

Kendisinden olmayanı düşman gören yurttaşlar yetiştiren toplumlar ancak kendilerine zarar verirler.

Bu noktada, objektif bir ulus değeri olan ortak din üzerine gidilerek “Benim dinimden olmayan bizden değildir, vatansever değildir” anlayışı gütmek maalesef ki göz ardı edilen eğitim sistemimizden ve yanlış öğretilen Kemalizm’den doğar.

“Laiklik nedir?” diye sorulduğu zaman hepimiz “Din ve devlet işlerinin ayrılması” derdik. Çünkü bize böyle öğrettiler. Oysa ki Türkiye laisizmi 4 ayaklı bir sistemdir ve bunların biri de vatandaşlık hukukunun din ile olan ayrımını kapsar. Birçok Ermeni tanıdığımız var bu vatan için canını verebilecek. Şu Çılgın Türkler’de hangimiz okumadık Yunanlılardan bize silah kaçırılmasına yardım eden yabancıları ve hatta Rumları?

Milli İstihbarat Teşkilatı Müşteşarı, Başbakan’ı da çiğneyerek halkına bir uyarıda bulundu: Ulus devletler tehlike altındadır! İşte, başta da belirttiğim Atatürk’ün ileri görüşlülüğü bu noktada karşımıza açıkça çıkmaktadır. Objektif ulus değerleri, nesnel ve somut olmaları itibariyle ayrışmaya ve koparılmaya, ötekileştirilmeye müsaittir. Yüzyıllardır dayatılan ve 20. yüzyılda Balkanlarda, 21. yüzyılda BOP ile Ortadoğu’da ve Türkiye’de yapılmak istenen bölme politikası da objektif ulus değerlerindeki farklılığın ön plana çıkarılması ve böylece bu objektif değerleri taşıyan kümelerin ayrıştırılması esasına dayanmaktadır.

Örneğin Türkiye’de Kürt kökenli vatandaşlarımız ortak köken unsuru ile; Irak’ta Şiiler, Suniler ve Kürtler ortak ırk unsuru ile parçalama çabaları sürmektedir. Ve nitekim Balkanlarda ortak din unsuru yüzünden yüz binlerce insan ölmüş, bu parçalama planı başarıya ulaştırılmıştır.

Şimdi karşı karşıya kaldığımız tehlike, birçok açıdan farklılaşmaya müsait olan ve bu sebeple Atatürk tarafından subjektif değerlere yaslanan ülkemin parçalanma çabasından ibarettir.

Çok yakında Sunni – Alevi çatışması gibi yapay ayrılıklar da korkarım ki bizi beklemektedir.

Peki çözüm nedir? Çözüm 3 başlık altında toplanabilir:

1- Kemalist ulusalcılığa ve milliyetçiliğe sahip çıkarak, bunların dejenerasyonunu önlemek

2- Bütün vatandaşları ayrım gözetmeksizin aynı görmek, yabancılamamak

3- Türk-İslam sentezi gibi ideolojilerden uzak durarak ve çok kültürlülük stratejisini izleyerek subjektif ulus değerlerini pekiştirmek

Bu vatan için, ama sırf bu “vatan” için canını verenler, sizi bir yerlerden izliyor. Malatya’daki olaylar bir daha yaşanmasın diye bu vatanı emanet alan siz gençlere güvenmek istiyor.

Saygılarımla…


Yazımda detaylı anlatamadığım, açıklayamadığım noktalar çokça oldu. Bu yazının açıklamalarından bile 4-5 yazı çıkabilir aslında. Kusuruma bakmayınız, benden şimdilik bu kadar olsun.

8 Nisan 2007 Pazar

Benim Gündemim Sınav

Değerli okuyucularım,
Malumunuz olduğu üzere İstanbul Üniversitesi Bahar Yaryılı Ara Sınav Dönemi geldi çattı. Bendeniz de naçizane Hukuk Fakültesi'nde okuyan bir öğrenci olarak gündemime bu konuyu aldım.
Yarın başlayacak olan sınavlar dolayısı ile bir süre kapalı olacağız.
Zira benim okulum her sene ihtiyacın 8-10 katı öğrenciyi, okulda yer olmadığı hâlde "arkayı beşleyin" ve "hele bir mezun olun da ne iş olsa yaparsınız" mantığıyla kabul ettiği için; hocalarımız bıraktıkları öğrenci sayısının çokluğuna göre kişisel tatmin duydukları için; bütün sınavlarımız anlayamadığım bir sistemle 80 üzerinden değerlendirileceği için; üstelik bütün bunlar olurken hayatınızda vakit ayırmanız gereke şeyler de umarsızca akıp gideceği için bir süre yazamazsam beni mazur görün.
Hoş, yazıma gelen az sayıda yorumdan da anlaşıldığı üzere gençliğimiz, başta blogger camiası olmak üzere siyasete ve gündeme ilgisiz. Eksikliğim çok da hissedilmez herhalde.
Ama lütfen geri dönüşümü bekleyin. Sizin için gündem yazısı yerine puding yiyen blogger fotoğrafları, "En Komik Anlar" adlı sakarlık videoları, Youtube'dan bir klip ve bir arkadaşımın nişanlısının doğum günündeki hatıralarımı koyacağım. Hatta birkaç tane de açık seçik manken fotoğrafı ekleyeceğim. Eğer çok isterseniz biraz daha ileri gidip, herkesin 25-30 kişiye forward ettiği alıntı maillere de yer veririm blogumda. Maksat gönlünüz olsun, ilginiz çekilsin. Klasik televizyoncu mantığı: Halk bunu istiyor.
Tabi ayrıca herkese "İyi haftalar dilerim" , "Ay ne şirin blog bu böyle" , "Çok haklısın" , "Bu yazıda kendimden çok şey buldum" gibi yorumlar yazmam lazım ki okuyucu sayım artsın, gençlerin ilgisi siyasete çekilsin.
Haftasonu eklerini, gazeteden daha çok okuyan sizler:
Tehlikenin farkında mısınız?
Bence değilsiniz.
Saygılarımla...

4 Nisan 2007 Çarşamba

Şirazeye Giren ve Çıkanlar

Başbakanımız ne dedi: Bu iş şirazesinden çıkmıştır.
Neden söyledi bunu? Cumhurbaşkanlığı adaylığına dair polemiklerden, yapılan protestolardan, konuşulanlardan. Peki bu durumun sorumlusu kim? Adaylığını hâlâ muamma olarak götürmeyi taktik belirleyen Başbakan. Kısacası: hem ev sahibi hem hırsız durumları.
YÖK'ün cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili toplanacak ve görüş bildirecek olmasına da kızdı sayın başbakan ve dedi ki "Üniversiteler ilim üretir".
O kadar basit değil sayın başcumhur! Demokrasi, sizin zamanınızın, 6. yüzyılın İslam Devleti demokrasisi değil artık.
Bütün toplumu ilgilendiren ve uzlaşı temeline dayanan bu konuda, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere herkes fikrini ortaya koymak zorundadır. Bu, bir görevdir. Hele ki üniversiteler gibi aydın yetiştirmekle görevli ve siyaseti doğru yönlendirecek vatandaşların yuvası olan kurumlar için bu, kaçınılmazdır. Bugünün dünyasında üniversiteler, ülke geleceğinden soyutlanamaz, soyutlanmamalıdır.
1930 sonrası devrimlerin hangisinde üniversite desteği yoktur? O kadar geriye gitmeye de gerek yok, 1965-68 Avrupasını, 68 ve sonrasındaki milli bağımsızlık savaşçısı üniversitelileri unutmaya kimin hakkı var? Hatta ve hatta daha geçen sene Fransa'daki öğrenci eylemlerini ve bu öğrenci eylemlernin devlet yönetimine olan etkisini kim görmezden gelebilir?
Demokrasi kavramı değişiyor sayın Başbakan.
Demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü değil, azınlığın iktidarıdır. Artık demokrasinin, halkın seçimden seçime sandığa giderek temsilcilerini seçmekten ibaret olduğunu savunan görüş erimiş, bitmiş, açık dünya görüşü ve medeni gelişim dişlilerinin arasında ezilmiştir.
"Her okulu bir İmam Hatip yapacağız" diyen de siz değil miydiniz zaten? Anlatın bakalım bu üniversiteler siyaset yapmak yerine ne ilmi yapacaklar?
Şirazesinden çıkan cumhurbaşkanlığı seçimi değil; demokrasiyi işletenlerin demokrasi tanımıdır...

1 Nisan 2007 Pazar

Şimdi Sinema Zamanı

Haftanın zayıf gündemi içinde kendisine daha yukarılarda yer bulmasını beklediğimiz; ama gündem heyecanlısı medyamızın yine abuk subuk yarattığı gündemler yüzünden yeterince öne çıkamayan bir konumuz var: 26. İstanbul Film Festivali başladı.
Bu sene ilk kez festival, bir Türk yönetmenin, Ferzan Özpetek'in "Bir Ömür Yetmez" filmiyle açıldı. Bence bundan sonra her sene de Türk yönetmenlerle açılmalı. Çok mu milliyetçi oldum? Hayır! Türk sinemasının her zaman için samimiyeti, anlatımı, senaryosu ve tekniği ile Avrupalı rakiplerinden daha iyi olduğunu düşünüyorum. Eksiğimiz, tanıtım. Peki bundan daha güzel tanıtım fırsatı mı olur?
Yalnız, benin bu söylemlerime aldanıp da "Bir Ömür Yetmez"i öz ve öz Türk filmi sanmayasınız. Tam tersine, bir İtalyan filmi.
Türk unsur yönetmen, Özpetek'i daha önce Karşı Pencere ile tanımıştık. Alışılmışın dışında anlatımı, kurgusu ve içimizde bir yerlere dokunmak bir yana, sarsan senaryosu ile gönlümüze taht kurdu.
Filmde "pasta" önemli bir yer tutuyordu. Hangimiz şaşkınlıkla karışık bir gurur duymadık yaşlı amca pastaları dizince? Bir Ömür Yetmez için de Özpetek "Hayatu bir pasta gibi düşünürsek, ben güzel bir dilimi anlattım bu filmde" diyor.
Bu sefer lafı fazla uzatıp kafanızı şişirmeyeceğim.
Haftaiçi günler ve ayrıca Türk Filmleri 2,50 YTL, benden söylemesi.
Fiyat bilgisi için : http://www.iksv.org/film/film.asp?cid=137
Festival programı için : http://www.iksv.org/film/cizelge2007.asp

28 Mart 2007 Çarşamba

Kelle Alan Sayın Terörist

Malumunuz, gündemi uzun süredir meşgul ediyor Sayın Başbakan'ın ve müstakbel Cumhurbaşkanı heveslimizin "Sayın (!) Öcalan" dediği radyo konuşması. Peki RTE'nin tek gafı bu mu? Yok yok, başbakanlık dönemindeki kabadayı üslupsuzluklarından yada daha önceki cumhuriyet karşıtı konuşmalarından bahsetmiyorum. Yine söz konusu radyo röportajındaki gaftan bahsediyorum: Kelle!
"Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" diyen bir Başbakan, "Sayın Öcalan" derse, bu insanın terminolojisinde şehit kavramına "kelle" lafının düşüyor olmasına şaşırmam. Siz şaşırır mısınız?
Dün bir arkadaşımla müdavimi olduğumuz bir mekanda yemek yerken sordu "Sayın Öcalan, demekte ne var ki abi?" diye. Öncelikle hukuki dayanağını bildireyim sizlere.
Soruşturma, Yeni Türk Ceza Kanunu'nun "Suçu ve Suçluyu Övme" başlığını taşıyan 215. maddesinden açılmış, basından duyduğumuz bu. Ne diyor YTCK 215:
Suçu ve suçluyu övme
MADDE 215. - (1) İşlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

Yeterli mi? Bence değil. Şimdi size YTCK'nin 217. maddesini de yazıyorum, buyrun:
Kanunlara uymamaya tahrik
MADDE 217. - (1) Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır.

Sayın savcım, suçluluğu adalet organları tarafından da tescillenmiş ve kamuoyunda suçluluk abidesine dönüşmüş, toplumsal zararları ile bu zararlardan nemalanan yahut onlarla ülkü birliği yapanların sembolü olmuş birine saygı gösteriliyorsa bu, bazı kesimleri aleni olarak kanunlara uymamaya tahrik değil midir? Hem de suç, basın yoluyla işlendiği için ağırlaştırıcı unsur da yok mudur?
Örnek şikayet dilekçesi için : http://www.acikistihbarat.com/Haberler.asp?haber=6457
Arkadaşımın sorusunu bir de siyasi pratik açısından yorumlamak gerekirse...
Bu ülkenin başbakanı -ki mevcut düzenle kavgalıdır kendileri- simgeleştirilen bir terörist başına "Sayın" derse; varlığımızı borçlu olduğumuz, tarihe gömmek istesek sığdıramayacağımız, aziz şehitlerimiz için "kelle" derse; bakın başkaları ne der?
Leyla Zana, diye bir sözde Kürt milliyetçisi çıkar "Bizim liderlerimiz Barzani, Talabani ve Öcalan" der. Sözde bir Kürt partisi olan DTP'nin il başkanı çıkar "Kerkük'e yapılan her şeyi Diyarbakır'a yapılmış sayarız" der. Diyarbakır Belediye Başkanı çıkar Cumhurbaşkanına Kürtçe davetiye gönderir; yetmez, birçok söyleminde etnik milliyetçilik yapar.
Kısacası: Balık, baştan kokar...
Kuzey Irak'taki Kürt liderlerin "bağımsızlık" ve "özerk devlet" sözlerini artık çekinmeden, açıkça söylemeleri ile bu olayların denk gelmesi tesadüf müdür?
Evet, büyük bir oyunun içinde küçük bir başbakan ve malesef onun altında makus talihine küs, büyük bir ulus...
Tehlikenin farkında mısınız?

Başbakan'ın meşhur gaf konuşması için: http://rapidshare.com/files/23235683/erdogan_sbs_konusma.mp3.html

25 Mart 2007 Pazar

εθνική γιορτή

Başlığın çevirisi : milli bayram. Yunanca.
Her zaman siyaset konuşacak değiliz. Bugün de "spor" etiketli bir yazı yazalım. Zira gündemin en önemli maddesi bugün için, 4-1 biten Yunanistan - Türkiye milli maçı.
Maç başlarken "Yine 40. saniyede yeriz bir gol" dedim; o kadar erken olmasa da 5. dakikada "Maçın bütün keyfi bitti, gece mahvoldu" dememe sebep olan gol geldi. Derken soyunma odasına berabere girişimiz, gelen goller, komşunun kaçan golleri vs... Sonuç : 1-4.
Aslında biz bu filmi çok gördük, sadece taraflar farklıydı. Hadi çok değil 10 sene geriye, yada daha dramatik olsun, 15 sene geriye, çocukluğumuza gidelim.
Stad süslenmiş, bayram öncesi, milli coşkular doruğa çıkmış, berabere kalsak bile millet sokaklara dökülecek. İngiltere'ye gol atmak bile büyük başarı o zamanlar. Sonra ne olur? Bütün ulus hezimete uğrar. Doğulu ulusların az biraz kaderidir bu hayal kırıkları... Başımız öne eğilir; ama alışık olduğumuzdan hemen arkasından morfini gelir: Umut!
Biz bu filmi gördük, yaşadık. Sadece taraflar farklıydı. Peki şimdi karşı pencereden bakınca ne gördük?
Hadi kimse kandırmasın kimseyi. Milli bayram öncesinde sevince hazırlanan ve Milli Marşımızı ıslıklayan Yunanistan'a bayramı zehir etmek hepimize yüksek bir ego tatminiyle karışık ve yarı sadistçe bir mutluluk verdi.
İnsanoğlu işte, ne oldum havasında hemen.
Futbola dair konuşmak gerekirse...
Hakan Şükür ruh gibi gezdi sağolsun 10 kişi oynadık, onca eksiğe rağmen iyi oynadık, maçın başındaki motivasyon eksikliği ve top yapamama durumu yediğimiz golle erken bitti neyse ki, rakip kaleci 2 gol hediye etti, Volkan çok uğraşsa da 1 golden fazla yiyemedi, Tümer ve Aurelio görevini kusursuz yaptı, Nobre bu takımda rahat oynar tezimiz kanıtlandı...
Kısaca: güzel maçtı.
Konuyla ilgili Milliyet gazetesinde Mehmet Demirkol'un yazısını okumanızı tavsiye ederim. Taktik anlamda Fatih Hoca'yı kutlamak lazım ve nedenini çok iyi anlatmış.
http://www.milliyet.com.tr/2007/03/25/spor/ydemirkol.html
Milli takımımızı tebrik ediyoruz ve Norveç maçında başarılar diliyoruz. Sakatlar ve cezalılar yüzünden alternatiflerimiz azaldı; ama eksik değiliz, sahaya 11 kişi çıkacağız.
Spor yazdık bu sefer. Malum: Gündemdekiler...

21 Mart 2007 Çarşamba

Cumhurun Başkanı Cumhuriyetle Kavgalı Olursa

Uzun süredir devam eden bir tartışma cumhurbaşkanlığı meselesi. Malum, final ayı olan Nisan da geldi çattı. Birçok senaryo döndürüldü, formüller üretilmeye çalıştı Sayın Erdoğan'ı köşke çıkarmamak için. Birçoğu da hukukçulardan gelmekle birlikte, objektif ve samimi olduğuna ben de dahil birçok kişi inanmadı.
Oysa bakın, zaten ortada olan, genel normlara göre subjektif denebilecek ama en geçerli mazereti bugün Vatan Gazetesi çok güzel ortaya koydu. Cumhuriyetin kurumlarıyla kavgalı bir cumhurbaşkanı olur mu?
Efendim, kast ettiğimiz, sayın başbakanın cumhuriyet karşıtlığından dolayı hapis cezası almış olması, kısacası "minareler süngümüz olacak" vs... dediği gerçeği değil. Kast ettiğimiz, YÖK ve Yüksek Yargıda yaşanan kadrolaşma çabalarının sonuçsuz kalması ve nihayetinde ortaya çıkan Erdoğan - cumhuriyet çelişkisi.
Üniversiteler, bir ülkenin bilimde, teknikte, kültürde gelişmişlik sembolüdür; prestijdir her şeyden önce. Ve bugün, bütün dünyanın üzerinde anlaştığı ve bizim de hukukumuzda yerini çokça bulan nokta "üniversitelerin özerkliği"dir. Zira siyasi otorite altında özgür bilim, özgür kültür faaliyeti yapılamaz! Türban yasağının altında da üniversitelerin her türlü ayırt edicilikten arınması yok mudur?
Neyse, konuyu toplayalım... Şu anda rektör atama yetkisi hükümette değil. Tarafsızlığı olan cumhurbaşkanından geçen bir süreç var. YÖK de bunun baş aktörü. Hükümet, kadrolaşma faaliyetlerini ısrarla üniversitelere de uygulamak istiyor, her alanda olduğu gibi. İşte size üniversite bağımsızlığına açık müdahale.
Sırf bu yüzden 15 üniversitenin rektör atamasına figan ediyor Milli Eğitim Bakanı. Zira hesaplarına göre Erdoğan cumhurbaşkanı olacak ve atamalar da AK Partili kadrolara göre yapılacak. Hatta bir olasılık, kılıfına uydurularak rektör atama süreci değiştirilecek yahut YÖK'ün içi boşaltılacak. İrtica, üniversitelere girecek.
Kısacası: cumhuriyetin en önemli kurumlarından olan üniversitelerle kavgalı bir Erdoğan cumhurbaşkanı adayı.
Gelelim ikinci meseleye: Yüksek yargı ile çatışma.
Yüksek yargıda etkinlik sağlayamayan, Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararı yüzünde tokat gibi patlayan hükümet, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek yargı organlarına giremeyince bunların başkan seçim faaliyetlerini, müsteşar göndermeyerek felç ediyor. Hesaplar ne üzerine? Erdoğan cumhurbaşkanı seçilecek ve ondan sonra yapılacak her ne yapılacak ise...
Yüksek yargı organları, bir hukuk sisteminin onurudur, şerefidir. Hukuk devletinin önemi konusunda fazla bir şey söylememe gerek yok sanırım.
Kısacası: Cumhuriyetin en temel organlarından ikisiyle aleni, ve daha birçok organıyla ve bizatihi dinamikleriyle, kurucusuyla sorunu olan AKP'nin başkanı, cumhurbaşkanı olmaya doğru gidiyor. Yani cumhurun başkanı olmaya, yani karşısında durduğu her şeyin başı olmaya.
Şimdi tehlike daha görünür oldu mu, ne dersiniz?
Sayın Sezer'in çizdiği örnek cumhurbaşkanı profilini de başka bir yazıda anlatırım, efendim.
Bir de bu gece sürpriz bir şekilde Ahmet Necdet Sezer, askerlere yemek vermiş Köşk'te. Yaşar Büyükanıt ve kuvvet komutanlarının katıldığı ifade ediliyor bu plansız yada en azından habersiz yemeğe. İçeride ne konuşulduğu çok önemli. Komplo teorilerini görmemiz lazım.
Saygılarımla...