23 Mayıs 2007 Çarşamba

Kürtler Vadisi - Terör

Bir önceki yazımda şehit haberlerine değinmiş, adeta ağıt yakmıştım. Daha yazımın mürekkebi kurumadan terör gündemi hareketlendi yine güzel ülkemde.
Öncelikle "Terörle Mücadele Koordinatörü" denen olaydan başlayalım isterseniz.
Geçen sene artan şehitlerimizle kamuoyunun verdiği tepki karşısında tribünlere teröre karşı bir şey yaptığı imajını vermek isteyen hükümet, ABD'den "Otur bakayım yerine" yanıtını alınca, Sayın Başbakan, abisi Bush'a "Ama bak burda işler karıştı" demiş, akabinde de "PKK koordinatörlüğü" diye bir birim oluşturulmuştu. Daha sonra PKK kelimesi resmi tanımda tabi ki yer almadı ve terörle mücadele koordinatörlüğü doğmuş oldu.
Bu göreve, konuda uzman kişilerden biri olan ve diplomatik duruşuyla da takidr toplayan Edip Başer getirildi.
Bilmeyenler için söyleyeyim: Orduda subaylar ikiye ayrılır. Salon subayları, cephe subayları. Başer Paşa hakkında çok net bilgilerim olmasa da, salon subayına daha yakın durduğu bana söyleniyor. Bunu niçin söyledim. Ben olsam, kendisini çok beğenmeme rağmen, onu değil; cephe subaylarından birini atardım bu göreve. Zira diplomatik işler için devletin bir ton kurumu var zaten. Ne dışişleri, ne milli savunma, ne diğer diplomatik kurumlar, ABD çıkarı sebebiyle çalışamıyorlar. Ben olsam kimi atardım peki? Osman Pamukoğlu... Gerçi ben baştan böyle saçma bir oyuna girmezdim ya...
Her neyse, sonuçta AKP ve ABD'nin kamuoyunu oyalama taktiği bir süre daha uzamış oldu. Her türlü eleştiriye artık "Bakın terörle mücadele koordinatörümüz çalışıyor" yada "bu konuda falanca toplantılar yapılıyor" deme şansı doğdu hükümet için. Ama bu dönemde ne değişti? Hiçbir şey.
İşte bir süre sonra Başer Paşa'nın duyduğu rahatsızlığın sebebi budur. Bir devlet görevlisi için en kötü durum, kendi üstündekilerin dış güçler tarafından ezilmesi ve bu yüzden kendi yapmak istediğinin ve yapması gerekenin engellenmesidir. Görevli, buna boyun eğmek zorundadır; ama moral olarak çöker.
Kan Uykusu belgeselinde, dağa çıkmış operasyona ramak kala Demirel'den gelen telefonla geri dönen askerler; Irak'ta birliği savunması gerekirken gelen bir telefonla teslim olan ve başlarına çuval geçirilen vatan evlatları; yapmak istediklerine "Aman dur" diye karşı çıkılan Edip Paşa...
Kısacası: Sayın Başer bu oyunun bir çarkı olmaya devam edememiştir. Haziran ayında istifa edeceğini açıklamış, sitem etmiştir.
Peki hükümet ne yapmıştır? Paşa'yı adeta ezmiştir, yada aklınca ezmek istemiştir. Zaten 15 gün sonra istifa edeceğini söyleyen birine "Hayır, sen istifa etmiyorsun, ben seni kovuyorum" demek, belki 4-5 çalışanlı ufak bir şikette kişisel patron kaprisi gibi görülebilir. Ama koskoca bir paşayı, devletin en önemli görevlerinin birinden bu şekilde alırsanız, kusura bakmayın ama saygıdan, devlet adamlığından ve hatta insanlıktan nasibinizi almamışsınız demektir.
Tam bu gelişmeler olurken, dün bir haber geldi: Ankara'da patlama! Ölüler, yaralılar, kolu kopanlar, maddi zararlar vs...
Önce C-4 tipi bomba dendi, El Kaide'ye yöneldi gözler. Sonra anlaşıldı ki bölücü terör örgütünün işi bu.
Bu hain saldırıda ölenlere rahmet, yaralılara acil şifa diliyorum.
Konuyla ilgili sizi biraz geçmişe götürmek istiyorum. Nisan ayında Orgeneral Yaşar Büyükanıt bir basın toplantısı düzenlemişti. Herkes bu toplantıdaki "özde laik" vurgusuna takıldı. Şüphesiz ki bu da önemliydi. Ama daha önemlisi: Büyükanıt Paşa o toplantıda Türk Silahlı Kuvvetleri'nin terör doktrinini ortaya koydu. "Terörün arkası" dedi, "Terör örgütünün faaliyetlerini artıracağına dair istihbarat var" dedi... Ama kimse dikkate almadı yada bir şekilde aldırılmadı...
İdare Hukuku'nun en basit kurallarına göre bu olayda idare sorumludur. Yani hükümet ölenlere ve yaralananlara tazminat ödemek zorundadır. Tazminat elbet ödenir; ya toplum vicdanında oluşan yaranın bedeli nasıl ödenecek?
Sorularımı hükümete soruyorum bizzat. Bir önceki yazımda Burdur Garnizon Komutanı'nın konuşmasını okudunuz. Bu siyasetçiler değil mi Kürtçülük hareketini alttan alttan şımartan, destekleyen...
Özal hükümeti bile, PKK terörünü bu kadar desteklememişti.
"Benim DTP'den daha fazla Kürt seçmeni var" diyordu recep Tayyip Erdoğan. Buyrun efendim, eserinizle övünün...

20 Mayıs 2007 Pazar

Emanetiniz Şerefimizdir

.

15 Mayıs 2007 günü yüreğimize yine ateş düştü. Güneydoğu'da, terörist örgüte düzenlenen operasyonlarda, insanlığın en hain icadı olan "mayın" tarafından 2 teğmenimiz şehit oldu.
Bir teğmen kolay yetişmiyor. Bunu da geçelim hadi, hepimiz biraz daha insan olup düşünelim: Bu gencecik fidanlar kimin oğlu, kimin eşi, kimin babası? Kimlerin bağrı yandı, kimler babasız kaldı, kimler dul?
Bu gencecik kahramanlar hepimizin evlatları, abileri, kardeşleri... Bu evlatlar sizin için canlarını veriyorlar. Bir oğul gibi, bir abi gibi, bir eş gibi...
Vatan size minnetdardır!
Ben de bu konu üzerine uzunca yorum yapmak isterdim. Ama hiç gerek yok; çünkü bu teğmenlerden birinin cenaze töreninde Burdur Garnizon Komutanı Albay Aydın Bacık, gereken her şeyi söyledi. Ne eksik, ne fazla. Bundan ders alması gereken, doğrudan paşanın adeta parmağıyla gösterdiği siyasiler, sözde aydınlar, Kürtçülük oyununun aktörleri ders alırlar mı bilmem. Ama daha önceki yazılarımda da söylediğim gibi: Bu ülkede askerler kadar milletin vicdanına tercüman olan kimse yok. Askerler, günümüzün gerçek aydınlarıdır.
Şimdi önce birkaç fotoğraf, sonra da Albay Bacık'ın konuşması ile sonlandırıyorum yazımı. Her satırını gönderdiği adreslerle birlikte okumanızı tavsiye ederim.



Teğmen Halil'e mayın pususu kuracak cesareti önünde, yanında ardında, kim ve hangi güç olursa olsun bulamamalıydılar. Halil'im diye çağrışan annesini, ninesini, babasını görmemeliydim. Halil'imin can verdiği saatte değil Diyarbakır'ı güneşi karartmalıydık. Fakat fark ettirmeliydik de Halil'imin de yaşama hakkı olduğunu, şeyhinin talimatıyla sözde hukuk adına iş yapanlara, yolları Diyarbakır'dan geçirenlere, realiteleri tanıyanlara katillere ovalarda siyaset yaptıranlara. Gelin görün bir Türk oğlu, Türk çocuğunun ocağının nasıl yandığını. 'Vatan sağ olsun' demedi diye garip şehit anasını alkışlayanlar, bakın duyun ve iyi anlayın söylediklerimi. Bak köyümdeki Kıpçak anam ölürsem bu yolda vatan sağ olsun diyeceksin. Tanrım Anam bunu demezse, Anam onu değil cennetine ahiretine bile sokma. Takiyeyi hüner sayanlar, hepimiz Türk'üz, Hepimiz Halil'iz diyemeyenler. Size inat Halil'in babası anası 'vatan sağ olsun' dedi, Duydunuz mu?


19 Mayıs 2007 Cumartesi

Senin Işığında Geleceğe Yürüyoruz

19 Mayıs Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun.


Şubat 1933'te Bursa Ulucami'de toplanan 100 kadar irticacı camilerde Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulunurlar. Ayaklanma kısa sürede bastırılır. Atatürk Bursa'ya gider. Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte akşam yemeği yenildiği sırasında bir kişi Atatürk�e ayaklanmayla ilgili olarak şöyle diyecek olur: "Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıta ve adliyeye olan güveninden ötürü..." Atatürk hemen konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve aşağıdaki konuşmayı yapar:

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, "demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek"

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir."

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Mustafa Kemal Atatürk


Yarın akşam yeni yazı yayınlayacağım ama bu çarşamba-pazar gidişini bozmaya değecek bir gündem bence...

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Aynı Şehirde Nefes Almak

Efendim, gündemde hep siyaset olacak değil ya. Artık karar verdim, büyük kanalların reyting taktiklerini aynen ben de uygulayacağım. Magazin de alacağım gündemime, özel ilgi alanlarımı da… Hatta ileride evlenirsem gündüz blogunda annemle eşim arasındaki kavgalara yer vereceğim. Sonra da çıkıp “bloggerlar bunu istiyor” diyeceğim…

Şaka bir yana, bugünlerde benim gündemimde müzik var. Yeni edindiğim zengin Türk Sanat Müziği arşivimi ve Zeki Müren’in ilahi yorumunu pas geçerek “gündemde” olan albüme gelmek istiyorum: Seninle Aynı Şehirde Nefes Almak Bana Yetiyor.

Albümün isminden dolayı bir Hakan Altun çalışması sanmayınız. Bu bariz bir Kutsi albümü. Ama içinde eski şarkılar (o yabancı kelimeyi söylemek istemiyorum) çokça var. Özellikle benim gibi zaman zaman arabeskin dibine duranlar için “Duvardaki Resim” adeta bir saklı hazine. Yıllar önce Cengiz Kurtoğlu ile sevdiğimiz bu şarkıyı bu sefer Kutsi ve Cengiz düeti şeklinde dinleme şansınız var.

Albümün en büyük özelliği elektronik müzikten uzak durması ve tamamen canlı kayıtlardan oluşması. Zaten hemen fark ediyorsunuz sesin doğallığını.

Bir sitedeki tanıtıcı yazıyı aşağıya aynen kopyalıyorum:

Romantik müziğin prensi Kutsi, merakla beklenen 3. albümünü müzik marketlere sundu. "Aynı Şehirde Nefes Almak Bile Bana Yetiyor" adını taşıyan bu yapıt, tamamen canlı enstrüman kayıtlarından oluşuyor.. Sezen Aksu, Ajda Pekkan , Nilüfer gibi starların özlenen nostaljik albümlerindeki lezzetin canlı kayıtlarla yakalandığı bu yapıt, makineleşmiş mekanik müziğe savaş açıyor...

Bilgisayarlı alt yapılardan uzak hazırlanan bu albüm, müzikseverlerin özlediği kaliteli müzik anlayışını geri getiriyor.. 16 şarkıdan oluşan albümde KUTSİ imzalı 10 şarkı bulunuyor.. Osman İşmen aranjelerinden oluşan albümün klip şarkısı ise "Hediyem Olsun" adlı Aliço imzalı şarkı... Albümün büyük sürprizi ise yıllar önce Cengiz Kurtoğlu'nun sesinden büyük beğeni kazanan "Duvardaki Resim" adlı şarkının Kutsi ve Cengiz Kurtoğlu tarafından düet yapılarak seslendirilmesi...

Koyu yazılı olan şarkıları bilhassa tavsiye ederim :

01.Hediyem Olsun
02.Olay Olacak Aşkımız
03.Aynı Şehirde Nefes Almak Bile Bana Yetiyor
04.Bugün
05.Dua Et
06.Şerefine Sevenlerin
07.İlan-ı Aşk
08.Yeni Saçlarda Aklar
09.Posta Kutusuna Bakı Ver
10.Sevdigim İstanbula Gelin Oluyor
11.Dertlerimi Zincir Yaptım
12.Son Perde
13.Duvardaki Resim
14.Büyüme Bebek
15.Günaha Girme
16.Nokta Koyulacak


13 Mayıs 2007 Pazar

İzmir Shakes It Up

Geçen haftalarda malumunuz olduğu üzere çok çabuk değişen, dinamik ve karışık bir gündeme sahiptik. Ama sanırım hiçbir gün, bugüne yığıldığı kadar yoğun bir gündem yığılmadı.
* Fenerbahçe'nin şampiyonluğu
* Kenan Doğulu ile gelen Eurovision derecemiz
* İzmir Cumhuriyet Mitingi

Bu konuların her biri hakkında uzun uzun birer yazı çıkabilecek olmasına rağmen, sizi sıkmamak adına (ki önceki yazı dizimde bunu fazlasıyla yaptım) kısa kısa değineceğim. Yorumlarda sohbetini yaparız... Sondan başa doğru gideceğim.


İzmir Cumhuriyet Mitingi, bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin gördüğü en büyük mitingler arasında yerini aldı. Başbakanımızın deyimiyle "gavur İzmir"liler cumhuriyet aşkıyla meydanları doldurdular. 180.000 m2'lik bir alanda ortalama metrekareye 4 kişi düştüğünü düşünürsek, en azından 720.000 kişi vardı ki evlerinin balkonlarındaki ve teknelerdeki insanları saymadık. Bakın, isteyince nasıl da hesaplanıyormuş...
Tayyip baksana kaç kişiyiz saysana!
Uyuyan bir devin uyandığını gördüm bugün. Evinden çıkmayan, masa başında yazıp çizen, meyhanede vatan kurtaran insanların meydanlara çoluk çocuk döküldüğünü gördüm.
Ve en güzeli de, Çağlayan'daki gibi, o kalabalığın ışıltısını gördüm. Tiplere, yüzlere, giysilere bir bakın ne olur! Medeniyetten bir nur sanki. Modern giyimli gencecik, bakımlı, çağdaş kızlarımız; aydınlık yüzleriyle her hâlinden kültürü belli erkeklerimiz; analarımız, babalarımız, dedelerimiz, çiftçimiz, köylümüz, işçimiz...
Kısacası vatandaş ve halk ayrımını yıkan her kesimden insan "bana ne" demekten vazgeçtiler. AKP'yi kutluyorum. Yaptıkları demokrasi katliamı teşebbüsü ile bir halkı uyandırdılar. Belki de sırf bunun için o kadar saçmalamışlardır. Belki de vatana hizmet içindir bütün rezillikler. Çok mu iyi niyetli oldum?
(Soruyorum: Vatanını çok sevdiğini iddia edenlerin veya özgürlük kisvesi altında dini kuralları devlet hayatına sokmak isteyenlerin mitinglerinde bu kadar Türk bayrağı var mıydı? Yoksa üç hilalli, kurt işaretli veya yeşil Arapça yazılı bayraklar mı vardı?)

İzmir Shakes It Up... İzmir salladı, Kenan da Avrupa'yı salladı.
İtiraf edeyim ki 10 sene sonra ilk kez bir Eurovision canlı yayınını kaçırdım. Umarım tekrar yayını vardır. Oylamalara yetişebildim ve haber bültenlerinden takip edebildim.
Birçok kişi hemen yorumlarını yazmış çeşitli sitelere "tamamen siyaset" diye. Evet, Eurovision'da siyaset veya duygusallıkla verilen oylar çoktur. Ama birinciyi bunlar belirlemez. Çünkü herkes 2 taraflı oy verse bile 8 tarafsız oy vermek durumundadır. Ve farkları da bu puanlar yaratır.
Bu yüzden birçok ülke için "Rusya'ya kesin tam puan verirler" dememize rağmen Rusya yıllardır kazanamaz. Yada tam puan almış ülkeler arasında ilk 10'a giremeyenler çıkar... Kısacası: iş kirli olsa da, sonuç temizdir.
Kenan Doğulu ilk 5'e girer tahminim, 4. olunca tuttu. Ancak sonradan baktığım kadarıyla salonu Kenan kadar coşturan olmamış ve Şekerimiz, profesyonelliğini her anlamda ortaya koymuş. Yalnız kareografi biraz daha kalabalık ve görkemli olabilirdi, bunu da not düşelim.
Yarışmayı, favoriler arasında gösterilen Sırbistan kazandı. "İlk kez katılan Sırbistan" diyor bazı haberlerde, hemen bir bilgi vereyim: Daha önce de katıldılar; ama "Sırbistan Karadağ" olarak. Ayrıldıktan sonra ilk katılımları.
Türkiye'de yapılan ve benim de Abdi İpekçi'de izlediğim yarışmada çok güzel bir şarkıları vardı (Lane Moje) ve 3. olmuşlardı. Bence o seneki şarkıları daha güzeldi; ama şans meselesi...
Özetle : Kenancım, teşekkürler Şekerim!

Ve bugünün en taze gündemi: Fenerbahçe'nin 2006-07 sezonu şampiyonluğu...
Öncelikle bütün Fenerbahçeli arkadaşlarımı tebrik ederim.
Şimdi hemen "hak etmeden şampiyon oldular" muhabbetine başlamayacağım. Zira Beşiktaş da hiç hak etmeyen bir futbol oynadı, bu konuda Fenerbahçe'den geri kalmadı. Ama şimdi sormak istediğim birkaç soru var:
Ey Fenerbahçeliler, o kadar eleştirdiğiniz Federasyon ve hakemler ligde yok muydu? Siz lig maçlarını başka hakem ve federasyonla mı oynadınız? Eğer aynıları ile oynadıysanız ve doğru dürüst futbol ortaya koyduğunuz maç sayısı bir elin parmaklarını geçmeden şampiyon olduysanız, itirazınız neye? Hadi onu da geçtim, Avrupa maçlarınızı da Selçuk Dereli mi yönetti de sizden daha kalitesiz takımlara elendiniz?
Tam Erman Hoca oldum ama: Demek ki olunca oluyormuş...
Şimdi Zico'nun durumu ne olacak çok merak ediyorum. Eğer şampiyonluk gelmeseydi yönetimin işi çok kolay olacaktı. Oysa şimdi...
Şimdi başarısızlığı Federasyona ve hakemlere yükleme şansı kalmadı artık; zira bir başarı geldi kağıt üstünde. Aslında zor günler bekliyor Fenerbahçe'yi. Zico gidecek mi? Gidecekse neden? Federasyondan özür dilenecek mi? Dilenmeyecekse neden?
Ayrıca Beşiktaş'ımı da tebrik ediyorum. Fenerbahçe'nin şampiyon olması için onlardan daha çok çalıştık. Helal olsun.

Benden bugünlük bu kadar.
Saygılarımla...

6 Mayıs 2007 Pazar

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi -3

Yazımın 3. ve son bölümü, 3 başlıktan oluşuyor.


  • Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tutumu

Sanırım yapacağım yorumlar içinde en çok bekleneni de buydu. Şimdi sizlere bu konudaki görüşlerimi açıklayacağım.

Bugün geldiğimiz noktada askerleri, salt bir silahlı gücün kontrolörü olarak görmek en büyük hatadır. Gerek dünya görüşü, gerek yetişmişlik ve gerekse yerinde davranma açısından askerler, günümüzün, ülkemizin gerçek aydınlarıdır. Bundan birkaç ay önce Büyükanıt “Bu ülkenin gerçek aydınları, entelektüelleri nerede?” demişti, kendini aydın diye nitelendiren bazıları Kürt bağımsızlık hareketine destek verdikten sonra.

Evet, bu ülkenin gerçek aydınları askerlerdir. Özellikle de İlker Başbuğ’un konuşmalarında sıkça yer verdiği “devrim” ruhunu da 1960’da olduğu gibi arkasına alan ve Erol Mütercimler’e “devrim orduya geri döndü” dedirten Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün sivil entelektüellerin üstüne çıkarak aydınlanmanın ve çağdaş Türkiye’nin anayasal değerlerinin en büyük savunucusu olmuşlar ve sadece korumanın da ötesinde onları ileri götürme iradelerini açıkça ortaya koymuşlardır.

Laiklik ve çağdaşlık yolunda hükümetten kaynaklanan kaygılarımı paylaşan herkese soruyorum: Çekincelerimizi, korkularımızı, endişelerimizi, düşüncelerimizi, isteklerimizi ve kararlılığımızı Türk Silahlı Kuvvetleri kadar açık, net, yerinde ortaya koyabilen; adeta hislerimize tercüman olan bir kurum, bir aydın, bir gazete, bir dernek, bir çevre, bir siyasi parti, bir akademik grup olmuş mudur? Hangi çevreler ordumuz kadar güzel bir şekilde bu rejime sahip çıkabilmiştir?

Eğer olumlu yanıt verebilirseniz, derhal gidip o oluşuma dahil olmaya hazırım!

TSK ile ilgili olarak genel düşüncelerimizi söylemek ve bunu konu özeline indirgemek gerekirse…

Ordu, bizim için diğer devletlerde olduğu gibi bir meslek değildir. Bizler aç kalabiliriz, açıkta da kalabiliriz, fakir de olabiliriz, imkansız da olabiliriz. Ama biz, evlatlarını askere davul zurna ile uğurlayan bir milletiz. Biz, şehit evladının arkasından “Vatan sağolsun!” diyebilen bir milletiz. Biz, askerliği vatana karşı bir borç olara gören, borcunu ödemediğinde vicdan azabı çeken insanların milletiyiz. İşte bu ruh ile Kurtuluş Savaşı’nı da göz önüne alarak çok sevdiğim şu sözü hep söylemez miyiz: Her Türk asker doğar!

Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk ulusunun bağrından çıkan en güzel güçtür!

Doğrudan basın açıklamalarının içeriğine değinmek gerekirse, ben 12 Nisan’daki basın toplantısından başlamak istiyorum.

12 Nisan 2007 tarihinde, alışık olunmadığı bir şekilde Genelkurmay Başkanı basının karşısına çıkarak uzun bir konuşma yaptı. Belirtmeden geçemeyeceğim ki gerek hâl ve tavırları, konuşması, tutumu ve karizması ile Özkök’ün bize unutturduğu, lider, halkımıza layık, vizyon sahibi bir Genelkurmay Başkanı görmenin mutluluğunu yaşadık.

Konuya dönersek, Paşa, söz konusu toplantıda cumhurbaşkanlığına ilişkin olarak “Laikliğe sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı istediğini söyledi. Sayın Büyükanıt, gerek şahsiyeti gerekse başında bulunduğu kurum dikkate alındığında hiçbir açıklamayı durduk yere yapmaz, yapamaz. Zira söylediği her sözün üzerinde uzunca durulacağını bilir.

Kısacası: Büyükanıt, TSK’nin cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili görüşlerini, basın açıklamasından 2 hafta önce açık bir şekilde ortaya koymuş, anlayan için gayet açık bir şekilde mesajını vermiştir.

Ancak iktidar, aslında Türk halkının tamamının paylaştığı bu kaygıları görmezden gelerek ve meydan okurcasına seçim sürecinde tavrını değiştirmemiştir.

Daha sonra ise sürecin en çirkin hâle geldiği, gerildiği ve çıkmaza sürüklendiği anda, gece yarısı bir basın açıklaması geldi.

Şimdi yine sizlere soruyorum, ey bu ülkenin çağdaş insanları: Söz konusu basın açıklamasında geçen her cümlenin altına imzanızı atmaz mısınız? Hadi şimdi böyle bir müdahalenin yerinde olup olmadığını bir kenara koyup sadece içeriğe bakalım; farz edelim ki bir makale olarak yayınlandı bu metin. Hangi cümlesini çıkartabilirsiniz içinden? Hangi cümlesi içimizden geçenlerin tam karşılığı değil?

Şimdi, bu aşamada böyle bir müdahalenin yerindeliği hususuna gelirsek…

TSK, söz konusu açıklamada da belirtildiği üzere yasalardan doğan “görev”ini yapmak kararlılığını ortaya koymuştur. İç Hizmet Kanunu’na göre TSK’nin görevleri arasında devleti hem içten, hem dıştan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı korumaktır. Ve bu, bir yetki veya hak değil; açık bir görevdir. Bu görevini yapmadığı zaman görev ihmali suçlaması bile yapılabilir ordu hakkında.

Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisini yıpratmaya çalışan başta AB olmak üzere bütün dayatma odaklarına rağmen cumhuriyet rejiminin, Anayasal bir kurum olarak ve yasal görevleriyle en büyük güvencesidir. Arjantin, Lübnan gibi ülkelerin liderleri, bizimki gibi bir orduları olmadığı için şikayet ediyorlar ki Arjantin’de ne kadar sık darbe olduğu malumunuz…

Darbe konusunu açmışken, izninizle askeri darbe hakkında da birkaç söz etmek isterim. Herkesin ağzında bir laf “Darbe bizi 20 sene geriye götürür”. Peki neden? Bunu kim ölçmüş, kim hesaplamış? Neden 15 değil, 25 değil de 20 sene? Bu hesap neye göre yapılıyor ve bu yargı neye dayandırılıyor?

Tarih ilminin birinci kuralı her olayı, meydana geldiği zamanın şartlarına göre değerlendirmektir. Bu kuralı sizin vicdanınıza bırakarak ben, tarih yorumlama disiplinin en büyük metodu olan kıyası kullanacağım.

İktidarda zorba, dayatmacı ve sivil diktatör, rejimin temel Anayasal değerlerini tehdit eden sağ bir parti var. Ortam sürekli geriliyor, vicdani ve dini meseleler kaşınıyor, basın üzerinde yoğun baskı var, para kaynakları belli görüşlere yönlendiriliyor, başta ABD’ye olma üzere vatan peşkeş çekiliyor. İşte bu noktada ordunun, bilhassa genç subayların rahatsızlıkları başlıyor ve o zamanın en aydın insanları olan askerler yönetime demokrasi ve devrim aşkıyla el koyuyor.

Hayır, bugünü anlatmadım. Bu anlattığım 1960 yılında meydana gelen askeri müdahale. Ama eminim çoğunuz bugünü anlattığımı sandınız değil mi? İşte kıyas da böyle bir şey zaten.

Peki daha sonra neler oldu 1961’de… Bu devrimci ve çağdaş gençler, bugün bile birçok Avrupalı devletin yakalayamadığı, bizim ise kırk fırın ekmek yememiz AB dayatmalarına boyun eğmemiz hâlinde biraz yaklaşabileceğimiz bir Anayasa yaptı. Hem askerin hiçbir müdahalesi olmadan, tamamen akademisyenler tarafından.

O zamanın çok ötesinde, dünya standartlarının da üstünde özgürlükler, sosyal haklar, siyasal örgütlenme, çift meclisli sistem vs…

30 yıl geriye gitmekte bahsediyorlar bazıları. Bakın, ben size 1961 Anayasası döneminden, 1960’lı yıllardan bahsedeceğim, inanmayanlar dönem dizilerine, o zamana ait fotoğraflara bakabilir…

1960’lar… Beyoğlu’na kravatsız çıkılmıyor. Sendikalar aktif ve çalışanların haklarını savunuyor, grevler yapıyor. Halkın kültürel seviyesi, entelektüelliği destekleniyor. Genç kızlar, İstanbul’un neredeyse her yerinde mini etekleriyle en ufak bir tacize maruz kalmadan dolaşabiliyorlar ki zaten moda bu. Saç modelleri batı tarzı, modern. Yaşlı teyzelerde baş örtüsü var, dedelerin çoğu şapka takıyor. Türbanlı zaten hiç yok, çarşaflı ise çok ararsanız belki bulursunuz. Bugün yobaz semti olan Çarşamba semtinde Hıristiyanlar ve Müslümanlar iç içe yaşıyorlar. Keza Fener’de, Balat’ta… Herkeste bir hoşgörü var. Hıristiyanlar, dini bayramlarda Türkleri tebrik ediyor, iftarlara katılıyor; Türkler de Paskalya’yı onlarla kutluyor…

Şimdi hadi çıkın 1960’lardan, o darbe sonrası yıllardan, darbenin getirdiği yıllardan ve bugüne gelin. Bakın bakalım 40 yıl geriye gitmek nasılmış?

Kısacası: Türkiye’nin yüzü, maalesef doğuya çevirlmiştir. 1960 darbesi, nasıl ki ulu önderin meşhur fotoğrafında nurlara baktığı batıya çevirmişse yönümüzü, bugün de halkın bağrında çıkan ve aydınca düşünen, Atatürk devrimlerini korumanın da ötesinde geliştirmeye niyetli bir gücün bugün de bizi çağdaş medeniyet yönüne çevirmesi zorunludur.

Böyle bir durumda da, olumsuzlukların bütün mesulü, “Demokrasi bizim için amaç değil, araçtır” diyen ve sivil diktatörlük ile demokrasiyi yok etmeye çalışanlar olacaklardır.

Kıyası yaptığınıza eminim. Ama ben, açıkça yazamayacağım görüşlerimi bir benzetme ile daha sizlere sunmak istiyorum:

Hepimizin vücudunda bir bağışıklık sistemi vardır. Ve hastalıklarla savaşta en güvendiğimiz koruyucumuz, kendi bağışıklık sistemimizdir. Her gün vücudumuza bir sürü mikrop girer; ama bunlar bizi hasta etmez. Çünkü bağışıklık sistemimiz bizi korur. Ama ne zamanki kendi hücrelerimiz zayıf düşer, hasta oluruz. Ve o zaman “dışarıdan” ilaç almak zorunda kalırız. Eğer hastalık ilerlemişse dışarıdan bir tıbbi müdahale gelir. Eğer kanser gibi dış etki ile değil de kendi hücrelerimizin ihanetinden kaynaklanan bir hastalıksa kanser olan bölüm, vücudun tamamını kurtarmak ve yaşatmak için alınır, atılır.

Mesajımı yeterince verdiğimi sanıyorum.



  • Genel Seçim Hakkında

Cumhurbaşkanlığı sürecinde iktidarın samimiyetine olan inancımızı tamamen sıfırlayan bir konu ise, her seferinde millet iradesi diyen iktidarın, bu mevkii kapıp kaçma hevesi olmuştur.

Başta CHP ve ANAP olmak üzere neredeyse bütün partiler “Önce seçim yapalım, o Meclis de cumhurbaşkanı seçsin” dediler. Ama hep “Halk bizim arkamızda” diyen hükümet nedense buna yanaşmadı. Ve “Ben istedim olacak” mantığında bir dayatma ile turlara başladı.

Oysa bugün geldiğimiz nokta, enin sonunda bir Genel Seçim noktasıdır.

Peki Sayın Erdoğan, bütün bu rezillikler yaşanmasaydı, ordudan, Sezer’den, birçok kurumdan, aklı başında insanlardan ve muhalefetten gelen bu çağrılara kula verilseydi ne olurdu? Bugün geldiğiniz nokta sanki çok mu farklı? Aklı selimin gereği olan bu noktaya, ülkeyi zora sokarak, gererek ve zorla getirilmeniz hoş oldu mu? Hoş olmasının ötesinde gerekli miydi?

Bugün açıklama yapmış Başbakan: “Biz halkımıza inanıyoruz, güveniyoruz, cumhurbaşkanını halk seçsin, seçimler de yapılsın ki halka soralım fikrini” temalı bir konuşma.

Peki Sayın Erdoğan, ANAP lideri aylardır “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diye bas bas bağırırken neden terslediniz? CHP “Erken seçime gidelim” derken neden sert bir dille karşı çıktınız? Sizce bu halk, bu dönüşü yer mi?

Genel seçim, bugün için kaçınılmazdır. Ve olası bir seçimden sonra AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı kesindir.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesine gelince…

İktidar için bu olumlu bir durumdur. Zira halk, yine Gül’ü seçecektir. Peki neden? Bunda medyanın ve basının ortak payı var. Medyanın payı, iktidar yalakalığı uğruna hiçbir karizmatik liderin var olmasına izin vermemiş olmasıdır. Muhalefetin payı ise iktidarın adayının karşısına adam gibi bir aday ortaya koyamamış olmasıdır.

  • Genel Değerlendirme

Bütün bu durum ve şartlar altında değerlendirildiğinde, AKP’nin iktidar gücünü taşıyamadığını ve politik bir şımarıklık ile Anayasal krizlere yol açtığı açık ve nettir.

Bir başka gerçek de sadece Anayasal krizler değil, rejim krizlerinin de bizleri beklediğidir. Büyükanıt ve Sezer’in de dediği gibi ülkemiz, daha önce olmadığı kadar büyük tehlike ve risk altındadır.

Ey Türk Gençliği, bu vatan sana emanet.

Nazım Hikmet’in dizeleriyle yazımı bitiriyorum.

Saygılar…

Çocuklar inanın, inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

Motorları maviliklere süreceğiz

Güzel günler göreceğiz, güneşli günler

4 Mayıs 2007 Cuma

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi -2

Yazımın 2. bölümü, 5 başlıktan oluşuyor.

  • CHP’nin Tavrı

Cumhuriyet Halk Partisi, cumhurbaşkanlığı seçimini en başta sadece bir türban meselesine dayandırarak hata yapmış gibi görünse de, gerek Sayın Sezer’in gerekse Sayın Büyükanıt’ın açıklamaları ile kendine gelmiş olacak ki, meselesinin bütünüyle kavranarak bir rejim ve demokrasi olduğunun farkına vardı.

Bu şartlar altında da üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirdi.

Peki CHP tamamen kusursuz bir süreç mi yönetti? Kesinlikle hayır. Şu noktada 367 tartışması ve basının tutumundan bahsetmek yerinde olacaktı; ancak bunu diğer başlıklarda detaylı olarak ele alacağım.

  • ANAP ve DYP’nin tavrı

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu partilerine en az hakim genel başkanlar olarak anılmakta idiler. 367 olayında Mumcu kendini aklayarak bir güç sınavından yüksek not aldıysa da, Ağar için durum tam tersi oldu.

Yine de bu liderlerin ikisinin de çok önemli açıklamalarını bağlayıcı kabul ederek ele almak durumundayız.

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun ortak noktası, ikisinin de hem muhalefete hem de iktidara çıkış yapmaları oldu. Bilhassa Ağar, oylama öncesi son basın toplantısında yaptığı konuşmada adeta önce muhalefete, sonra da iktidara bir tokat çarpıp kendi yoluna devam etti. Mumcu da benzer bir tavırla, olayı gererek durumu bu hâle getirdiği için hem muhalefete hem de iktidara kızdı.

İşte bu, merkez sağ dediğimiz olaydır. Merkez sağ merkezdedir, yani herkese göz kırpar, yani en basit tabirle orta yolcudur. Vatan, din, bayrak gibi ortak ulusal değerler üzerinden ve suya sabuna dokunmadan siyaset yaparak seçmene göz kırparlar. Hiçbir alakası olmadığı hâlde basın toplantısında Ağar nasıl sıkıştırdı araya “Okuyamayan baş örtülü yavrularımıza yazık…” temalı cümlelerini?

Kısacası: En kararlı duruşu göstermiş gibi duran ANAP ve DYP aslında en karaktersiz tavrı da sergilemiş ve “Aman hepsi aynı” diyen seçmene göz kırpmıştır.

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki bugün gelinen nokta, bilhassa ANAP’ın direnç noktasının aynısıdır.

  • Cumhurbaşkanı Seçim Süreci

Hepimiz milli maç izler gibi televizyonlarımızın başına geçtik ve parmak hesabı yapmaya başladık. Acaba kaç kişi olacaktı salonda? Acaba hangi partiler girecekti? Bağımsızlar ne yapacaktı?

Ama bunların hepsinin ötesinde ben bu başlıkta, diğer başlıkların temalarına girmeden sadece seçim süreci olayını ve sonrasını değerlendireceğim.

Sayın Arınç, tarafsız bir Meclis Başkanı’ndan ziyade bir hükümet amigosu gibi davranarak seçim sürecini gölgelemiştir. Oysa unutmamalıdır ki bu başkanlık kendisine bakanlık verilmeyince çözüm formülü olarak emanet edilmiştir.

En büyük yıkım ise sayın Ağar’ın 2 milletvekilinin “Bir hava almaya çıkalım” diyip salona girmesi ve oy kullanması olmuştur.

Bu aşamada konuyu, seçim için teklif edildiği öne sürülen rüşvet iddialarına getirmekte fayda var.

Bir iş adamı CHP’li milletvekilini arıyor ve “Sana maddi manevi her şeyi veririz. Yeter ki seçime katıl” diyor. Mumcu ne kadar açıkça söyleyemese de vekilleri üzerinde baskı kuruluyor. Bunun da ötesinde, herkesin gözü önünde, açık seçik ANAP’a siyasi rüşvet öneriliyor. Yıllar önce Mumcu’nun teklif ettiği Anayasa değişiklik paketi ret yanıtı alıp dururken, birden yeniden gündeme getirilip teklif ediliyor. Hem de seçime saatler kala…

Sayın AKP’liler, ülkenin en onurlu işlerinden bir olan cumhurbaşkanlığı seçimini de kişisel hırslarınız ve gözü dönmüşlüklerinin uğruna nasıl kirlettiğinize bir bakın ve utanın hadi, birazcık da olsa utanın!

  • 367 Tartışması ve Anayasa Mahkemesi Kararı

İddia ilk ortaya atıldığında ben de dahil kimse önemsememişti. Arınç’tan tutun da Burhan Kuzu’ya kadar bütün hükümet hukukçuları 184’ün yeterli olacağını savunup durdular ve rahat görünmeye çalıştılar.

Oysa gerek seçim öncesi rüşvetler, gerekse 367’yi tutturma adına içeri kafasını uzatan vekillerin sobelenmesi ve oturumun başından beri gergin duran hükümetin bundan sonra gülücükler saçması, aslında nasıl da ciddiye alındığının bir göstergesidir.

Konuyu iki açıdan incelemekte fayda görüyorum.

1- Vicdani Açıdan:

Başta da belirttiğim üzere, Anayasa’nın temelinde manevi bir ruh yatar ve bu ruh, Anayasa ile ilgili her olayda ve durumda geçerlidir. İşte bizim de Anayasamızdaki demokratik ve çoğulcu devletin sonucu olan ve yine denge esasına dayanan “uzlaşma” kültürünün mutlak gerekliliği olan anlaşmanın (ki ilk başlıkta değindim) sağlanabilmesi için ruha uygun olarak 367 kurumunun konmuş olması, vicdanen gereklidir. Aksi takdirde Anayasa, ruhuna aykırı olarak diktatörlüğü önleyecek hiçbir mekanizma getirmemiş olacak ve uzlaşıya zorlamayacaktır. Oysa aynı anayasa değil midir sırf uzlaşma için ilk iki turda 367 oy arayan ve 4 turda seçim yapılamazsa vekilleri seçim baskısı altında tutan?

2- Hukuki Açıdan:

Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararını görmeden detaylı yorum yapmak mümkün değil. Ancak Haşim Kılıç’ın verdiği bilgilerden gerek 367 katılım ve oy şartının arandığını, gerekse gizli oy olması sebebiyle oylama yapılması gerektiğini ve bu unsurların ikisinin birden ihlal edildiğini; bu sebeple de seçimin geçersiz sayılacağını anlamak, mümkündür.

Kısacası: Anayasa Mahkemesi, hukuki açıdan tutarlı bir karar vermiştir.

Bu noktada hemen mahkeme kararı öncesinde ve sonrasında yapılan yorumlara değinmek gerekir. Sayın Baykal aleyhine “Yargıyı etki altında bırakmaya çalışmaktan” dolayı dava açılıyor. Zira kendisi, Mahkeme eğer ret kararı vermezse ülkenin kaosa sürükleneceğini söylemişti.

Eğer Baykal bir iktidar odağı olsaydı, bu kesinlikle doğru olabilirdi. Oysa ki elinde hiçbir devlet yetkisi bulunmayan bir muhalefet liderinin yaptığı durum tespitinin bağımsız yargıçlar üzerinde ne gibi bir etkisi olabilir?

Şimdi yeniden ben de savcıları göreve çağırıyorum. Sayın Başbakan “Bu karar, demokrasiye sıkılmış kurşundur” dedi. İşte asıl bu, hukuk devletine karşı çıkmak değil midir? Mahkemeye saygısızlığın âlâsı değil midir?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin açıklamaları için de aynı şeyler söylendi. Özellikle açıklamanın zamanlaması bakımından bilhassa Anayasa Mahkemesi kararı ile ilişkilendirildi. Ancak şunu unutmamakta fayda var ki: Anayasa Mahkemesi her kararını bir gerekçe ile uzunca açıklamak durumundadır. Yani açıklayamayacağı bir karar veremez. Buna rağmen, basın açıklamasının metni, hedefin doğrudan hükümet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Basın açıklaması ile ilgili detayları diğer bir başlıkta inceleyeceğim.

  • Basının Tutumu

Bütün dünyada basının belli başlı tutumları vardır. Ancak Türkiye’deki kadar taraflı ve tarafını olaylara göre bu kadar süratle değiştiren bir basın, dünyanın hangi ülkesinde görülebilir? Mitingde bu yüzden “satılmış medya” diye bağırmadık mı?

Dünyada basın ya tarafsızdır, yada muhaliftir. Bu muhalif olabilme lüksü de “basın bağımsızlığı”ndan beslenir. Oysa Türkiye’de medya patronları aynı zamanda banka, holding, ticari şirket patronları da oldukları için servetlerini korumak ve eğer mümkünse iktidar rantına ortak olabilmek adına hükümetin yanında yer almak durumundadır.

Sayın Baykal’ın açıklamasını canlı olarak dinliyorum, çok can alıcı şeyler söylüyor, 1 saat boyunca konuşuyor. Oysa akşam haberlerinde 3 cümle veriliyor sadece, o da Anayasa Mahkemesi kararı ile ilgili malum yorum.

Medyamızı, vicdanı ile baş başa bırakmak istiyorum; eğer öyle bir şey varsa!

Bilhassa Aydın Doğan’ın elemanları, olaylar karışana kadar Erdoğan’ın bu süreci ne kadar iyi yönettiğini söylüyorlardı. Ortalık karışınca muhalefeti suçlamaya başladılar. Gece yayınlanan TSK açıklamasından sonra ise de tam tersine dönerek “Süreç iyi yönetilemedi, hükümet ortamı gerdi” dediler. Daha sonra hükümet beklenenin tersine alttan almayınca da yeniden dönerek AKP’yi ve partilileri övme yarışına girdiler.

Dün, AKP’nin emrindeki TRT’de bir program izledim. Zaman Gazetesi, Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri ve birkaç yalaka gazeteci bir araya geldiler ve Abdullah Gül ile söyleşi (!) yaptılar. Bu programı tarafsız gözle izleyen hiç kimsenin yaşananlara isyan etmemesi mümkün değil. Sorular önceden hazırlanıp gazetecilerin ellerine verilmiş, al gülüm ver gülüm sistemi kurulmuş, arada şakalar yapılıyor, kahkahalar atılıyor…

İsyan ediyorum dönek medyaya!

Dünyanın önde gelen basın kuruluşlarının 1 milyondan fazla diye verdiği mitingleri “yüz binler yürüdü” diye yayınlayan medyayı kınıyorum!


Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Tutumu, başlığını da içeren son bölüm 6 Mayıs Pazar akşamı yayınlanacak.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

Bütün Yansımaları ile Cumhurbaşkanlığı Seçimi

Nihayet beklenen yazımı tamamlayabildim. Biraz uzun oldu ama sabırla okumanızı rica ediyorum.
Yazıdaki bütün tanımlar, anlatımlar ve öğretiler baa aittir. Doğaçlama ve tek oturuşta yazılmıştır.Hiçbir yerden alıntı yoktur.
Söylemlerden alınan yerler ise zaten söyleyenin adı ile birlikte belirtilmiştir.

Yazı, 11 başlıktan oluşmakta. Ben 3 parça halinde yayınlayacağım. İlk parçası 3 başlık içeriyor.


  • Aday Belirleme Süreci ve Modern Demokrasi

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, her anayasa gibi lafzı ile olduğu kadar ruhu ile de geçerli olan bir anayasadır. Anayasaları, matematik bir denklem gibi düşünerek, bunların ceza kanunları veya borçlar hukuku – birey ilişkisi gibi bir ilişkide olduğunu söylemek en büyük hata olacaktır. Anayasa, devleti var eden ve esasen ruhu ile vatandaşların sosyal sözleşme unsurlarına göre devlet oluşturmasını sağlayan manevi bir olgudur.

Anayasamızda açıkça belirtildiği gibi doğrudan geçerli olan Başlangıç bölümünde ve cumhuriyetin nitelikleri ile ilgili maddelerinde düzenlendiği üzere Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal, üniter, çoğulcu bir hukuk devletidir.

Bu tanımda yer alan demokratiklik, çoğulculuk ve hukuk devleti ilkeleri gereği, devleti temsil eden ve bireysel sorumsuzluğu ile en yetkili kişi olan cumhurbaşkanının ulusun uzlaşması ile seçilmesi gereği inkar edilemez.

Burada en belirleyici olan etken de Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’un yaptığı Kemalizm tanımında da belirtildiği üzere Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran ideolojinin, “dinamik” bir düşünce sistemi olmasıdır. Bu dinamizm, şüphesiz ki, yine bu tanımda ve 20. yüzyıl Türkiye’sinin yüksek stratejisinde yer alan muhasır medeniyetler seviyesi hedefinin de yansıması olarak demokrasi anlayışımızın yüksek medeniyete uygun olarak “modern demokrasi”ye uyarlanmasını gerektirir.

Modern demokrasi, Anayasa kitaplarında da anlatıldığı üzere, yumuşak bir çoğulculuğa dayanan ve güçler dengesi ve çekişmesine önem veren, vatandaşların iradelerini 4 veya 5 yılda bir yılda bir genel temsil vekaleti ile devrederek devlete yansıttığını reddeden bir anlayıştır. Buna göre, devletin bütün organlarının ve halkının her daim iradesini yönetime yansıtabileceği araçlar düzenlenmiştir. Bunlar bir takım şekli araçlar olabileceği gibi daha önce de değindiğim üzere manevi araçlar da olabilir.

Bu bağlamda bakıldığında, modern demokrasi için en büyük tehlike, vatandaşın genel iradesi ile verdiği vekaletin her konuda mutlak bir yetki ile kullanılması ve böylece çoğunluğun diktatörlüğünün baskıcı olmasıdır. Modern demokrasi, çoğunluğun diktatörlüğü değil; azınlığın iktidarıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında, maalesef yanlış hazırlanan bir Anayasa sonucu iç içe geçmiş olan Yürütme ve Yasama organlarının tamamını çoğunluğun ele geçirmiş, zapt etmiş ve böylece devlet iradesi üzerinde tam hakimiyet kurmuş olması, azınlığın yok edilmesi anlamına gelir. Oysa günümüzde vatandaşların hepsini kapsamayan bir demokrasi, ancak ve ancak meşru diktatörlük gibi saçma bir tanımda yer alabilir.

Bu sebepledir ki cumhurbaşkanlığı sürecinde, seçim yetkisini elinde bulunduranlar, devlet başkanını seçerken istisnasız bütün kurumların ve vatandaşların iradesini sürece yansıtmak mecburiyetindedir. Toplum bireylerinin tamamını kapsamayan bir cumhurbaşkanının, seçme gücünü 1/3 oyla 2/3 çoğunluk elde ederek sahiplenenler olduğunu da düşünürsek, meşru olmadığı iddiası en azından vicdanen ortaya atılabilecektir.

İktidar partisinin “Cumhurbaşkanını ben belirler, ben seçerim, kimseyi de bu işe karıştırmam” demesi, olsa olsa modern diktatörlük olabilir.

Sonuç olarak 21. yüzyıl Türkiye’sinde adayları bütün kesimler ve bütün siyasi iradeler ortak olarak belirlemeli ve bunu da kurumsal dengeleri bozmayacak bir cumhurbaşkanı seçerek tamamlamalıdır.

Sonuç olarak: AKP’nin aday belirleme sürecindeki tavrı, kesinlikle kabul edilemez!

  • Mitingler ve Modern Demokrasi

Bir önceki başlıkta belirttiğim, halkın devlet yönetimine sürekli katılımının şekli araçlarından bir tanesi de mitinglerdir.

Öncelikle belirtmekte fayda var ki, yukarıda değindiğim hususlar çerçevesinde, mitinglerde toplanan kalabalığın 100.000 veya 1.000.000 olmasının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, toplumun ciddi bir kesiminin, mutlak gerekli olan uzlaşının gerçekleşmediğini ortaya koymasıdır.

Bunun yanı sıra hepimiz biliyoruz ki meydanlarda toplanan kişi sayısı Türkiye için bir rekor olmuş, tüm zamanların en büyük mitingleri gerçekleşmiştir.

Benim için en önemli noktalardan biri de mitinge katılan kişilerin nitelikleridir. Hepsi 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışan, modern görünümlü, aydın, sadece Türk bayrağı taşıyan, siyasi parti hevesleri olmayan, deyim yerindeyse pırıl pırıl insanlar. Ve bu aydın insanlar, bu kadar büyük bir mitingde en ufak bir olay, kargaşa, karmaşa çıkarmadan örnek bir medeniyet çerçevesinde mesajlarını verdiler. Tebrikler!

Peki sayın Başbakan bu konuda ne dedi: Bindirilmiş kıtalar… Hayır, sayın başbakan, bindirilmiş kıtalar sizin grup toplantılarınızda, Meclis Başkanlığı’nca yasaklandığı hâlde futbol maçlarındaki gibi tezahürat yapan yalaka gençlerdir. Siz, iktidarsınız sayın başbakan ve ancak iktidarların rantı olur, bu rantı paylaşmak isteyenler iktidarın gücünü paylaşma kaygısına girer. Çağlayan Mitingi’ne gelenlerin bu işten en ufak bir kişisel menfaati yoktur. Oraya gelenler, yüreklerini ortaya koymuşlardır.

Tandoğan ve Çağlayan’a gelen ablalar, amcalar, küçücük çocuklar, başörtülü nineler, gazi kıyafetli dedeler, tanımadığım hâlde omzuma vurarak “Atatürk bu vatanı sizlere emanet etti, aferin çocuklar, yürüyün” diye yaşlı gözlerle seslenen teyzeler, rahat olunuz; vatan emin ellerdedir!

  • Abdullah Gül’ün Adaylığı

İşte bu aday belirleme sürecinin sonunda AKP’nin cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül olarak belirlenmiş; bunun tansiyonu düşüreceği öngörülmüştür. Oysa bir gerçek atlanmıştır. Yazımda değindiğim ve değineceğim hususlar ve ayrıca Recep Tayip Bey’in cumhurbaşkanlığına karşı çıkanlar, bir zihniyet mücadelesi vermişlerdir. Zira aynı amaç ve çıkarlar ile ideoloji yolunda çalışan, çabalayan bir kişi adı ne olursa olsun, kitleleri tatmin etmeyecektir.

Peki Abdullah Gül kimdir? Refah Patisi dönemindeki kayıp trilyon davasından dokunulmazlık zırhı ile kurtulmuştur ki diğer sanıkların hepsi (Erbakan dahil) suçlu bulunmuş ve ceza almışlardır.

Abdullah Gül, “Laik sistemi değiştirmek istiyoruz” diye yabancı bir gazetede açıkça ilan etmiştir. Savcılar neredesiniz? Sayın Baykal’a ve muhalefet odaklarına açılan davaların kaçta kaçını hükümet üyelerine açabildiniz?

Ve nihayet Abdullah Gül, Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturan, uluslar arası İslami terörist El Kadı’ya kefil olan, şehitlere kelle diyen vs… Recep Tayip Erdoğan’ın, kendi deyimi ile, dava arkadaşı ve yola beraber çıktığı kişidir.

Sizce Abdullah Gül, cumhurbaşkanı seçilse idi politik görüşünü askıya asabilir ve AKP’ye sırtını dönebilir miydi? Sırf eşi türbanlı aday çıkarmazsa tabanına ters düşer diye eşi türbanlı aday arayışına giren bir parti ve bunun içinde çıkan aday ne kadar kapsayıcı ve tarafsız olabilir?

Kısacası: Abdullah Gül de, Tayip Bey ne kadar yanlışsa, o kadar yanlış bir adaydır.

İsmi geçen Vecdi Gönül ise diğer hususlardaki endişelerimiz sabit olmakla birlikte liyakat ilkesi bakımından cumhurbaşkanlığı için Meclis içindeki en önemli isimlerden biri idi.

Sürece, cumhurbaşkanı olma heveslisi Sayın Arınç’ın da dahil olduğu ve aday seçimini etkilediği çokça konuşuldu.

Kısacası: Gül’ün adaylığı, her açıdan çok kirlendi…


Devamı : 4 Mayıs 2007 Cuma gecesi yayınlanacak.